2 Şubat 2011 Çarşamba

Türkiye'de Kentsel ve Bölgesel Gelişme Dinamikleri (1923-2000)

-----------------------------------------
DOÇ. DR. FARUK ATAAY

-------------------------------------------------------------------------------------------
Bu makale ilk olarak Praksis dergisinin 2. sayısında yayınlanmıştır. Burada makalenin geniş bir biçimde gözden geçirilmiş biçimi yer almaktadır.
-------------------------------------------------------------------------------------------


Son yirmi-yirmibeş yılda dünya ve Türkiye ekonomisinde yaşanan dönüşümler, ekonomik faaliyetlerin mekandaki örgütlenme biçimlerini de önemli ölçüde etkilemektedir. ‘Küreselleşme’ ve ‘dışa açılma’ olarak adlandırılan süreç, eşitsiz mekansal gelişme eğilimlerine yeni boyutlar ekleyerek ülkesel yerleşim düzenini ve yerleşim merkezleri arasındaki işbölümünü yeniden şekillendirmekte; ekonomik faaliyetlerin ülke coğrafyasındaki örgütlenme biçimlerinin dönüşümünün de kentleşme süreçlerine önemli yansımaları olmaktadır.

1980 sonrasında Türkiye’de kentleşme süreçlerinde ortaya çıkan değişimlere ilişkin temel saptamalar şunlardır:

(1) 1980 sonrasında izlenen politikaların kırsal yapıyı yeniden şekillendiren önemli sonuçları olmaktadır. 1950-1980 döneminde göç vermekle beraber gerçek nüfusu artmaya devam eden kırların, 1980 sonrasında gerçek nüfus azalışına uğradığı görülmektedir. Son yirmi yılda, Türkiye’nin çok şikayet edilen dağınık kırsal yerleşim yapısı, önemli ölçüde ortadan kalkmaya başlamış, bu gelişme kamu hizmetlerinin kırsal yörelerde örgütlenmesi bakımından yeni ihtiyaçlar ortaya çıkartmıştır.

(2) Türkiye’de 1980 sonrasında bölgesel eşitsizlikler iyice artmakta, bu süreçte bazı kentlerin gelişme gösterip bazılarının gerilediği görülmektedir. Bölgesel eşitsizliklerin büyük boyutlara ulaşması kentleşme süreçlerine de damgasını vurmakta; bunun sonucunda ‘kırdan kente göç’ ve metropollere yönelik nüfus akımlarının yanı sıra ‘kentten kente göç’ olarak adlandırılan yeni bir olgu gündeme gelmektedir. Bu gelişme o kadar çarpıcıdır ki, 1980 sonrasında toplam göçler içinde ‘kentten kente göç’ün payı ‘kırdan kente göç’ün üzerine çıkmıştır. Nüfus kaybeden kentlerin gerileme nedenlerinin ortaya çıkartılması, dengeli bir gelişme amacı doğrultusunda politikalar belirlenebilmesi açısından bir zorunluluktur.

(3) 1980 sonrasında, metropoller ve büyük kentler çekim merkezi olmaya devam ederken, geçmiş dönemlerde fazla öne çıkmayan bazı başka kentlerin ekonomik önemlerinin arttığı görülmektedir. Bu süreçte gelişen kentlerden bir bölümü, önemli metropollerin art bölgesi olan kentlerdir. İkinci olarak, ‘yeni sanayi odakları’ olarak adlandırılan bazı kentler de bu süreçten büyüyerek çıkmışlardır. Üçüncü bir grup da, Ege ve Akdeniz kıyılarında turizmdeki gelişmeye bağlı olarak öne çıkan kentlerdir. Bu kentlerin gelişmesinin gerisinde ne tür dinamikler vardır, bu gelişmenin temel özellikleri nelerdir gibi sorulara yanıt üretilmelidir.
Bu çalışmada, ülkesel yerleşim düzeninde ve kentleşme süreçlerinde yukarıda sayılan dönüşümlerin analizi için girdiler oluşturulması amaçlanmaktadır. Bunun için, ekonomik ve toplumsal ilişkilerde ortaya çıkan dönüşümlerin mekansal yansımalarına ilişkin genel bir tarihsel çerçeve oluşturulması hedeflenmektedir.

Böylesi bir çözümleme denemesine girişilirken hareket edilecek kabullerden ilki, ekonomik faaliyetlerin örgütlenme biçimlerinin sermaye ve emeğin ülke coğrafyasındaki dağılımını da belirlediğidir. Bu çerçevede, ülkesel yerleşim düzeninin ve yerleşim merkezleri arası ilişkilerin dönüşümünün çözümlenmesine yönelik bilimsel çalışmaların işe sermaye birikim süreçlerinin özelliklerini ele alarak başlaması gerektiği kabul edilmektedir. Sermaye birikim süreci ile yerleşim düzeni arasındaki ilişki, sermayenin çeşitli kesimleri arasındaki ve sermaye ile emek arasındaki ilişkilerin mekansal yansımalarının bulunması nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Bir başka deyişle, toplumsal ilişkiler ile mekansal işbölümü arasında dolaysız bir bağ bulunmaktadır. Bu çerçevede, sermayenin çeşitli kesimleri arasındaki ilişkilerin değişimi yerleşim merkezleri arasındaki ilişkileri de yeniden şekillendirirken, yatırımların ve istihdamın dünyanın ve ülkelerin belli bölgelerinde yoğunlaştığı görülmektedir .

İkinci olarak, yerleşim düzeninin dönüşümü, meta üretiminin ve dolaşımının, üretim ve tüketimin, ve de sermaye ile emeğin mekanda yeniden dağılımı anlamına gelmektedir. Bu durum, birikim sürecinin öne çıkardığı sermaye grupları, sektörler ve alt dalları için geçerli yatırım kriterlerinden kaynaklanmaktadır. Kısacası, büyüyen sermaye grupları, sektörler ve alt dalları bakımından en uygun koşullara sahip yerleşim merkezleri gelişirken diğerlerinin gerilediği görülmektedir.
Üçüncü olarak, bu çalışmada, yerleşim düzeninin dönüşümünün çözümlenmesinde anahtar işleve sahip olduğu kabul edilen sermayenin yeniden yapılanması süreci, (i) Türkiye’nin dünya ekonomisiyle eklemlenme biçimi ve sektörel gelişmeler, (ii) sermayenin çeşitli kesimleri arasındaki ilişkiler, (iii) devletin ekonomideki rolü, olmak üzere üç ana başlıkta incelenmektedir (Gülalp, 1987). Dünya ekonomisiyle eklemlenme biçimi, sınıfsal şekillenmeler ve devletin rolündeki değişikliklerin, ekonomik faaliyetlerin ülke coğrafyasındaki örgütlenme biçimlerinin çözümlenmesinde temel öneme sahip olduğu kabul edilmektedir. Bu çerçevede, ekonomik gelişme aşamalarının ülkesel yerleşim düzenini, kentlerin mekansal işbölümündeki konumunu ve kentleşme süreçlerini de belirlediği; bir başka deyişle, kentleşme süreçlerindeki dönüşümlerin analizinin, sermaye birikim modellerindeki değişikliklere ilişkin tarihsel bir çerçeveden hareket etmesi gerektiği saptamasından hareket edilmektedir.
Bu çalışmada, Türkiye ekonomisinin gelişme aşamaları ele alınırken, Düzenleme Okulu’nun yaklaşımından ve ondan esinlenen çalışmalardan yararlanılacaktır. Bu okulun azgelişmiş ülkelerin ekonomik gelişme aşamalarının dönemleştirilmesine ilişkin olarak geliştirdiği modelin, kentleşme süreçlerinde ortaya çıkan dönüşümlerin analizi için de yararlı bir çıkış noktası sağladığı düşünülmektedir. Aşağıda, Düzenleme Okulu’nun önemli temsilcilerinden biri olan Alain Lipietz’in azgelişmiş ülkelere ilişkin oluşturduğu ‘birikim tarzı ve düzenleme biçimi’ tipolojileri kısaca ele alınmaktadır.

(1) İlksel birikim rejimi, tipik olarak çevre ülkelerinin tarımsal ürünler ve hammadde ihraç edip, sınai mallar ithal ettiği bir uluslararası işbölümü biçimidir. Türkiye’nin 1930 ve hatta 1954 öncesi durumu buna büyük ölçüde uymaktadır. Bu ilişki biçiminde, üretim ile dolaşım arasındaki çevrim ulusal düzeyde tamamlanmak yerine uluslararası biçimde gerçekleşir. İlksel birikim rejimi, merkez ülkelerdeki ithalatçı firmalar ile çevre ülkelerdeki ihracatçılar ve merkez ülkelerdeki ihracatçılar ile çevre ülkelerdeki ithalatçılar arasında kurulan ittifaka dayanır. Merkez ülkelerle çevre ülkeler arasındaki sömürü ilişkisinin temelinde, hammadde fiyatlarının sınai malların fiyatları karşısında sürekli gerilemesi yatar ve bu, çevreden merkeze değer aktarımının temel mekanizmasını oluşturur (Lipietz, 1993: 70-71; Arın, 1986: 94-96).

(2) Alt fordizm ya da ithal ikameci sanayileşme modelinin ilk örnekleri 1930’larda aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı ülkelerde başlamış, dünya genelinde yayılması ise 1950’lerden sonra olmuştur. Bu ilişki biçiminin tipik özelliği, çevrenin ihracatının ‘ilksel sermaye birikimi’ modelinden niteliksel olarak farklılaşmaması, buna karşılık önce temel tüketim malları ve ardından dayanıklı tüketim mallarının ithalatını ikame eden sınai yatırımlara girişilmesidir. İthal ikameci gelişme teknolojik olarak daha gelişkin malların (ara mallar ve yatırım malları) üretilmesi ile sürer. Burada, sınai yatırımların ve ithalatın hammadde ihracatı ile finanse edildiği görülmektedir. Ancak, hammaddelerin dünya fiyatları ile sınai malların dünya fiyatları arasındaki makasın ilki aleyhine açılması çevre ülkeleri sürekli olarak bir dış denge (döviz) sorunu ile başbaşa bırakır. Bu birikim rejimine ‘alt-fordizm’ adı verilmesinin nedeni ve bunun gelişmiş ülkelerde egemen olan ‘fordizm’den temel farkları, emek sürecindeki dönüşümlerin bütün üretim dallarına yayılamaması, üretim ilişkilerindeki dönüşümün sınırlı kalması, ücret ilişkilerindeki ve tüketim normlarındaki dönüşümün yeterli olmaması ve birikim rejiminin istikrar içinde genişlemesinin toplumsal koşullarının bulunmamasıdır. Bu modelde de, sermayenin üretim ve dolaşımı ulusal düzeyde tamamlanamamaktadır. Bu nedenlerden dolayı, çevre ülkelerdeki ‘alt-fordizm’ birikim tarzı, merkez ülkelerindeki fordizmin ancak bir karikatürü olabilmiştir. Türkiye’nin gelişmesine bakılacak olursa, Türkiye 1980’e kadar olan dönemde, alt fordizmin temel tüketim malları, dayanıklı tüketim malları ve ara mallar üretimi aşamalarında ilerlemiştir (Lipietz, 1993: 71-73; 1988: 454-455; Arın, 1986: 96-98; Gülalp, 1987).

(3) 1960’ların sonlarında gerek merkez ülkelerdeki fordizmin gerekse çevre ülkelerdeki alt-fordizmin krize girmesi dünya ekonomik işbölümünde yeni eğilimleri başlatmıştır. Lipietz’e göre, krize karşı tepki olarak geliştirilen ve uluslararası işbölümünde yeni açılımlar sağlayan gelişmenin temeli fordizmin mantığında yatmaktadır. Buna göre, üretimin, (i) tasarım, teknoloji, mühendislik aşamaları, (ii) nitelikli emek gerektiren aşamaları, (iii) niteliksiz emek gerektiren aşamalarını farklı coğrafyalarda üretme olanağını sağlayan iletişim ve ulaşım olanaklarının gelişmesi, ‘ilkel taylorizm’ ve ‘çevresel fordizm’ olarak adlandırılan iki yeni eklemlenme biçimini doğurmuştur.

İlkel taylorizm, ithal ikamesinin döviz krizlerine karşı emek yoğun sanayilerde uzmanlaşma ve emek yoğun mallar ihraç etme (ihraç ikamesi) biçiminde bir eklemlenme tarzı anlamına gelmektedir. Burada ‘ilkel’ olarak nitelenen öğe işgücünün çok kötü koşullarda çalıştırılması ve bunun baskıcı rejimlerle olanaklı kılınmasından, ‘taylorist’ öğe de bu sanayilerde makinalaşma ve otomasyon düzeyinin düşüklüğünden kaynaklanmaktadır. Bu sanayilerde sermaye yoğunluğu ithal ikameci sanayilere göre bile oldukça düşüktür. Tipik olarak tekstil ve elektronik sektörünün alt dallarında görülmektedir. Bu eklemlenme biçimi, ‘üretici firmanın yarattığı meta zincirleri’ ve ‘alıcı firmanın yarattığı meta zincirleri’ olarak adlandırılan iki biçimde sınıflandırılabilmektedir (Hopkins-Wallerstein, 2000).

Çevresel fordizm ise, ilkel taylorizmden birikim rejiminin daha fazla iç merkezli olması ile ayrılır. Sanayileşme esas olarak iç pazarın genişlemesine ve iç pazarın ihracattan daha hızlı büyümesine dayanır. Yani, ancak önemli ölçüde kapitalistleşmiş ve sanayileşmiş, ithal ikamesinde önemli ölçüde ilerlemiş, geniş bir iç pazara sahip azgelişmiş ülkeler çevresel fordizm aşamasına geçme olanağına sahiptir. Çevresel fordizmde ithal ikamesi (alt-fordizm), ihraç ikamesi (ilkel taylorizm) ve geleneksel ihracatla finanse edilir. Ancak, bunlar yeterli olmadığı için ciddi bir borçlanma sorunu doğmaktadır. Çevresel fordizmin özelliği, üçlü (katmanlaşmış) bir emek piyasasına sahip olmasıdır. İlk olarak, fordist ve alt-fordist sanayilerde göreli olarak iyi durumda bir çalışan kesim; ikincisi, emek yoğun-ihracatçı sektörlerde çok kötü koşullarda çalışan bir kesim; ve üçüncü olarak, ihracata dönük tarım kesiminde köleliğe yakın koşullarda çalışan bir kesim. Çevresel fordizmin merkezdeki fordizmden farklılıkları, hala içsel bir sermaye birikimi mekanizmasına ulaşılamamış olması ile iç pazarın tüketiminin alt sınıflardan çok orta ve üst sınıflara dayanmasıdır (Lipietz, 1988 ve 1993; Arın, 1986; Gülalp, 1993).

Lipietz’in değerlendirmeleri 1980’lere kadar gelmektedir. Üretim sürecinin parçalara bölünebilmesi ve serbest ticaretin gelişmesi sayesinde ortaya çıkan ‘ilkel taylorizm’, ‘alt fordizm’ ve ‘çevresel fordizm’ birikim rejimlerinin, dünya piyasalarındaki serbestleşme eğilimlerinin artışı karşısında ne tür bir biçim alacağı ciddi bir soru işaretidir. Zira, çevre ülkelerde alt fordist ve çevresel fordist olarak nitelenen birikim rejimlerinde ortaya çıkan sanayiler büyük ölçüde koruma duvarları ardında gelişebilmişti. Koruma duvarlarının kaldırılmasının, çevre ülkelerdeki alt fordist (yüksek teknolojili) sanayileri çökertip bu ülkeleri taylorist (emek yoğun) sanayilerden ibaret bırakabileceği temel tezlerden biridir. Diğer önemli tez ise, ulusaşırı sermayenin ucuz emek arayışının fordist sanayileri de azgelişmiş ülkelere yönelteceği ve gelişmiş ülkelerin tasarım, teknoloji üretimi ve hizmet sektörlerinde uzmanlaşacağı yolundadır. İki ayrı uç olasılığı temsil ettiği görülen bu iki teze karşı bu çalışmada benimsenen görüş, sorunu analiz edebilmek için ulusaşırı şirketler ile onların geçmiş dönemde ortak yatırımlara giriştiği azgelişmiş ülke şirketleri arasındaki ilişkiye odaklanmak gerektiğidir. Zira, gelişmiş ülkelerin ulus aşırı şirketleriyle azgelişmiş ülkelerin şirketleri arasında bir karşıtlık ilişkisi kurmak doğru olmayacaktır. Bu sorunu analiz edebilmek için şirket şebekelerine yoğunlaşmak ve ulusaşırı şirketlerle onların çevre ülkelerde ortak yatırımlara gittikleri şirketler arasındaki ilişkilerin geçirdiği değişimlere ilişkin veriler sağlamak gerekmektedir.

Düzenleme Okulu’nun önemli temsilcisi Lipietz’in kuramına dayanarak Türkiye’nin izlediği gelişmeyi değerlendiren Tülay Arın, Türkiye’nin alt fordist birikim rejimini 1980’e kadar izlediğini, 1980 sonrasında ise, ne ilkel taylorizmin tipik bir temsilcisi olduğunu, ne de çevresel fordizme ulaşan bir gelişme gösterebildiğini belirtmektedir. Arın’a göre, Türkiye’nin 1980 sonrasındaki gelişimi, “bazı ilkel taylorist öğeler taşıyan tıkanmış bir alt fordizm” olarak nitelendirilebilecektir (Arın, 1986). Kanımca, Arın’ın saptadığı gelişme özelliği, AB ile yapılan ‘gümrük birliği anlaşması’nın etkilerinin ortaya çıkmaya başladığı 2000 yılına kadar geçerli olmuştur. 1980 sonrasında önce ticari daha sonra da finansal liberalizasyona giden ve iç pazarını rekabete açan Türkiye, ihracata yönelik sanayileşme modelinin ilk aşamalarında takılıp kalmıştır.

Sonuç olarak, Türkiye’nin izlediği ekonomik gelişme ile ilgili bu değerlendirmelerin sonucunda, Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin kentleşme süreçleri incelenirken izlenecek üç ana aşama belişlenmiştir:

(1) 1923-1953 dönemi: Tarım ve ticaret sermayesi birikimine dayalı gelişme (ilksel birikim rejimi),

(2) 1954-1980 dönemi: İthal ikameci sanayileşme politikaları altında sanayi sermayesi birikimine dayalı gelişme (ilksel birikim rejimi + alt-fordizm),

(3) 1980’den günümüze: Dışa açık gelişme (ilksel birikim rejimi + alt-fordizm + ilkel taylorizm).

Bu dönemleştirme yapılırken asıl olarak Korkut Boratav (1989, 1995) ve Haldun Gülalp’in (1987, 1993) Türkiye ekonomisinin gelişme aşamalarına ilişkin olarak önerdikleri dönemleştirmeden hareket edilmektedir. Sermaye birikim süreçleri ve iktisat politikaları bakımından, bu dönemleri de çeşitli alt dönemlere ayırmak olanaklı olup anılan çalışmalarda bu yapılmaktadır. Ancak, bu çalışmanın amaçları açısından belirtilen dönemleştirme yeterli görülmektedir.

Bu çalışmada, asıl olarak, 1980 sonrası dönemde ortaya çıkan dönüşümlere odaklanılmaktadır. Ancak, 1980 öncesi döneme ilişkin tarihsel bir çerçeve kurmadan başlamak da büyük bir boşluk doğuracaktı. Bu yüzden çalışmanın birinci bölümü 1923-1980 döneminin incelenmesine ayrıldı. Bu bölüm, geçmiş dönemlerde yapılmış değerli çalışmaların izini sürmek bakımından da önem taşımaktadır. İkinci bölümde ise, dünyada ve Türkiye’de son yirmi yılda yaşanan değişimler ile bunların mekansal yansımaları çeşitli verilerden yararlanılarak ortaya konmaya çalışılmaktadır.

I. TÜRKİYE’DE 1923-1980 DÖNEMİNDE KENTLEŞME DİNAMİKLERİ

I.1. 1923-1953: Ulusal Devletin Oluşma Aşamasında Kentleşme Dinamikleri

Cumhuriyetin ilanı, hem modern bir ulus-devletin kuruluşu ve ulusal bir ekonominin inşası yönünde kalıcı adımların atılması, hem de mevcut sınırların büyük ölçüde çizilmiş olması bakımından kentleşme süreçlerinin analizinde başlangıç yılı olarak alınmaktadır. Cumhuriyetin Osmanlıdan devraldığı ekonomik yapı için, dünya ekonomisi ile tarım ürünleri ve madenler ihraç edip sınai tüketim malları ithal eden bir ‘yarı-sömürge’ ülke nitelemesi uygun görünmektedir. 1953 yılına kadar süren bu dönemde dünya ekonomisi ile eklemlenme biçiminde (tarım ülkesi olmak bakımından) köklü bir değişiklik yaşanmazken, ulusal bir ekonominin inşası ve ‘yerli’ bir sermayenin geliştirilmesi bakımından önemli adımlar atılmıştır (Boratav, 1989; Sönmez, 1988).
Ele alınan dönemde sermaye birikiminde ve sermayenin oluşumunda başlıca iki ana alan, iç ve dış ticaret ile büyük toprak sahipliği olmuştur. Bunlara eklenebilecek olan diğer faaliyetler ise müteahhitlik, imtiyazlı şirketler, bankacılık ve sanayidir (‘ithalatı tamamlayıcı sanayiler’). Özellikle sonradan ülkenin büyük holdingleri durumuna gelecek olan şirketlerin önemli bölümünün, bu dönemde ticaretle uğraşanlar ya da üst düzey siyasi ya da yönetsel konumda bulunurken iş hayatına geçenlerden çıktığı görülmektedir (Buğra, 1995: 91).

1923 sonrası dönemde oluşmaya başlayan yerleşim düzenini, asıl olarak, ulusal devletin kurulması ertesinde, ulusal pazarın bütünleştirilmesine dönük çabalar belirlemiştir. Osmanlıdan ‘yarı-sömürge tipi’ bir ekonomi ve buna uygun olarak hammaddelerin limanlara ulaştırılması amacına uygun olarak planlanmış bir ulaşım ağı (ağaç tipi) devralan Cumhuriyet yönetimi, iç pazarın bütünleştirilmesi çabasına uygun olarak ülkeyi demiryolu ağı ile donatmayı (ağ tipi ulaşım sistemi) öncelikli hedeflerden biri olarak koymuştur (Tekeli, 1981: 370). Zira, ülkenin bazı bölgelerinde (Marmara, Ege, Çukurova, Doğu Karadeniz) tarımsal üretim ihracata dönük biçimde gerçekleşirken, başta İstanbul olmak üzere birçok kent, temel tüketim malları bakımından ithalata bağımlı durumdaydı. Anadolu’nun iç ve doğu bölgeleri ise, ulaşım altyapısının yetersizliği nedeniyle, ancak yakın kent ve kasaba pazarlarına açılabiliyordu. Nitekim, ülkenin demiryolu ağı ile donatılması iç pazarın bütünleştirilmesi konusunda önemli bir adım olmuştur (Sönmez, 1992).
Diğer yandan, bu dönemde izlenen temel politikalar, Türkiye’nin dünya ekonomisi ile bir ‘tarım ülkesi’ olarak eklemlenmesinin derin izlerini taşır. Ülke, tarımsal ürünler ve madenlerden oluşan hammaddeler ihraç edip, karşılığında sınai ürünler ithal etmektedir. Ülkenin ulaşım altyapısı ve yerleşim düzeni bu işbölümüne uygun olarak kurulmuştur. Kırsal kesimin üretimi, oldukça ilkel durumdaki kara yolu bağlantıları ile demiryolu ağı üzerindeki Anadolu kentlerine, oradan da başta İstanbul, İzmir, Mersin ve Samsun olmak üzere liman kentlerine ulaştırılmaktadır. Sınai ürünler de yine aynı yolla kırsal kesime götürülmektedir. Bu dönemde Anadolu kentleri hem kırsal kesimin ürünlerini toplayıp diğer bölgelere aktarmakta, hem sınai ürünleri kırsal kesime dağıtmakta, hem de küçük sanayi ve zanaatlar, kamu hizmetleri ve özel hizmetleri etki alanındaki kırsal yerleşim merkezlerine sunmaktadır. Bu dönemde kentlerle etki alanındaki kırlar arasındaki bu işbölümü büyük ölçüde oturmuştur. Temelde tarımsal üretimden kaynaklanan artığa ticaret yoluyla el konulmasına dayanan ekonomik yapıda kentler, artığın sermaye birikimine dönüşme alanlarıdır. Dönemin sermaye birikim modeli çerçevesinde, İstanbul ve İzmir gibi liman kentlerinde yerleşerek dış ticareti yürüten bir sermaye kesiminin ve onunla kırlar arasında aracılık yapan, Anadolu kentlerinde yerleşmiş bir Anadolu sermayesinin geliştiği görülmektedir.

Dönem boyunca, tarımda pazara dönük üretimin geliştiği, ulaşım altyapısının kurulduğu, dolayısıyla kırsal kesimin Anadolu kent ve kasabaları üzerinden pazara açılmaya başladığı görülmektedir. Bu durum, kırsal kesimin mal ve hizmet taleplerini karşılayan Anadolu kent ve kasabalarında ekonomiyi canlandırmış, yerel pazara dönük küçük sanayi ve hizmetler de gelişmeye başlamıştır. Bu süreç, özellikle 1945’ten sonraki dönemde hızlanmıştır. Gerek tarımdaki mekanizasyon ve üretim artışları, gerekse karayolu bağlantılarının kurulmaya başlanması bakımından 1946-53 dönemi dikkat çekicidir. Bu gelişme, büyük ölçüde kamu yatırımlarının sanayiden tarım ve altyapıya kaydırılması sayesinde gerçekleşmiştir.

1930’lu yıllar, uygulanan ‘devletçi’ politikalar ile, ele alınan döneme kimi aykırılıklar oluşturmaktadır. 1929 Bunalımı nedeniyle başvurulmak zorunda kalınan ithal ikameci sanayileşme politikaları, yerleşim düzeninin şekillenmesi bakımından da önemli sonuçlar doğurmuştur. Öncelikle, bu dönemde uygulanan ithal ikamesi devlet öncülüğünde, devletin özel sektörün rakibi değil tamamlayıcısı olması ve yerli girdilere dayalı olma özelliklerini taşır. Nitekim, 1930’lu yıllarda kurulan sanayiler, bazı temel tüketim mallarının ithal edilmesi gerekliliğini ortadan kaldırmıştır (Boratav, 1989). İthal ikameci sanayileşmenin yerleşim düzenine etkisi, temelde, yatırım yeri olarak demiryolu hattı üzerindeki bazı Anadolu kent ve kasabalarının seçilmiş olmasından kaynaklanmıştır (Sönmez, 1992). Bu seçimde, Anadolu’yu geliştirmek yönündeki güçlü istek kadar, İstanbul sermayesi ile Kurtuluş Savaşı’ndan kalma soğukluk da etkili olmuştur. Yatırım yeri olarak liman kentlerinin seçilmemesindeki bir başka neden, 1930’larda esmeye başlayan savaş rüzgarları nedeniyle doğan ‘güvenlik’ kaygısıdır.

Bunlara ek olarak, yönetim kademelerinin il-ilçe temeline oturtularak özellikle il merkezlerinin geliştirilmek istenmesinden doğan çabaları da saymak gerekmektedir. İl merkezleri, yönetim ve kontrol işlevleri yanı sıra eğitim, kültür ve sağlık gibi kamu hizmetleri bakımından da etki alanlarındaki kırsal bölgeler nezdinde çekim merkezleri durumuna getirilmiştir (Tekeli, 1972).

Sonuç olarak, 1923 sonrası dönemde devletin ekonomik, sosyal ve yönetsel araçları öncelikle ulusal pazarın bütünleştirilmesini ve tarımsal ürün ihracatını arttırabilmek için pazara dönük üretimin geliştirilmesini hedeflemiştir. Bu politikalar, İstanbul’un gerek ekonomi gerekse nüfus yığılması bakımından sahip olduğu büyük ağırlığı bir ölçüde sınırlamıştır. Ancak İstanbul’un, ülkenin dışa açılan en önemli limanı olmaya devam ettiği de unutulmamalıdır.

Dönem boyunca kentleşme dinamikleri zayıftır. Kentlerde doğan sınırlı orandaki işgücü gereksiniminin karşılanmasında ise Balkan ve Kafkas göçmenleri önemli olmuştur. Bu da, dönem boyunca çalışan sınıfın oluşumu bakımından önemli bir renk sayılabilir. Kırdan kente göç ise savaş sonrası dönemde tarımdaki mekanizasyonun etkisiyle başlayacak, sanayileşme ile birlikte hızlanacaktır.

I.2. 1954-1980: İthal İkameci Sanayileşme ve Kentleşme

Türkiye tarihinde II. Dünya Savaşı’nın bitimi ile başlayan dönem pek çok bakımdan önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Ancak bu çalışmada asıl olarak kentleşme süreçlerine odaklanıldığı için ikinci dönem, ithal ikameci sanayileşmenin büyük ivme kazandığı 1954 sonrasından başlatılmıştır. Sermaye birikim süreçleri ve iktidar blokunun şekillenmesi bakımından önemli bir dönüm noktası oluşturan ithal ikameci sanayileşme, aynı zamanda sermayenin ve emeğin, dolayısıyla nüfusun mekanda yeniden dağılımı bakımından da belirleyici yenilikler getirmiş, ülke içindeki nüfus hareketlerine büyük ivme kazandırmıştır (Boratav, 1989: 86).

İthal ikameci sanayileşme politikalarına yönelinmesine yol açan temel neden, 1946-1953 döneminde dışa açılan ekonominin kısa sürede tıkanmasıdır. Dünya ekonomisi ile tarımcı bir ülke olarak eklemlenen bir yapıda dış dengenin kurulamaması, tüketim malları ithalatının sınırlanarak ithalatı ikame eden sınai yatırımlara girişilen yeni bir dönemi başlatmıştır. Bu değişim, dünya ekonomisinin genel gelişme eğilimleri ile de uyumludur. Gelişmiş ülkeler, çevre ülkelerin dış dengeyi kuramaması karşısında, 1950’lerin ortalarından başlayarak, bu ülkelerde doğrudan sanayi yatırımlarına yönelmeye başlıyordu. Nitekim, bu strateji, gelişmiş ülkelerin çevre ülkelerin pazarlarına sızmasını olanaklı kılıyordu (Gülalp, 1993: 34-35).
İthal ikameci sanayileşme, gelişmiş ülkeler ile çevre ülkeler arasındaki işbölümünün önemli bir değişime uğraması anlamına geliyordu. Çevre ülkeler dünya ekonomisine artık yalnızca hammadde kaynağı olarak eklemlenmiyor, ithal ikamesine dayanan bir sanayileşme sürecine giriyordu. Teknoloji, yatırım malları ve ara mallarının ithal edildiği, nihai ürünlerin ise ülkede yerli-yabancı sermaye ortaklığı ile üretildiği bir sanayileşme süreci (montaj sanayii) başlıyordu. Özellikle ülkenin dış ticaretini elinde tutan kesimler, ithal ettikleri malları, daha basit teknolojiye sahip olanlarından başlayarak ülke içinde üretmeye girişiyordu. Bu sınai gelişmenin özelliği, yabancı sermaye ortaklığıyla, yabancı sermayenin teknoloji, lisans ve markalarıyla kurulması ve ithal girdiye bağımlı olmasıdır. Ancak Türkiye’de ithal ikameci dönemde yabancı sermaye yatırımları önem kazanmaya başlamakla birlikte, hiçbir zaman beklenen ve davet edilen düzeye de ulaşamayacaktır. Yabancı sermaye yatırımlarının önceki dönemden farklılığı ise, altyapı yerine daha çok imalat sanayiine yoğunlaşmış olmasıdır.

1950’lerin ortalarına doğru başlayan ve 1960’tan sonra egemen politika durumuna gelen ithal ikameci sanayileşme, iktidar blokunu da yeniden şekillendirmiştir. Türkiye’de, 1970’lere doğru, artık, holding biçiminde örgütlenmiş, hemen her sektörde faaliyet yürütebilen, banka sahipliği ile bütünleşen, TÜSİAD’da bir araya gelmiş, genellikle İstanbul’da üslenen, yabancı sermaye ile ortaklık yapan bir büyük sermaye oluşmuştur. Türkiye’de büyük sermayenin oluşum sürecinin temel özelliği, genellikle iç ve dış ticaretten sanayiciliğe ve bankacılığa geçiş biçiminde ortaya çıkması olmuştur (Sönmez, 1988; Buğra, 1995; Şen, 1995; Ercan, 1998).
Dönemin diğer ekonomi aktörleri devlet ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde üslenmiş ‘yerel sermaye’lerdir. Devlet dönem boyunca önemli sınai yatırımlar üstlenmiş, özellikle ara mallarda yoğunlaşmıştır. Liberal iddialarla başa geçen DP iktidarı bile bundan kaçınamamıştır. Bu nedenle, dönemin kentsel ve bölgesel gelişme dinamiklerini çözümleyebilmek için devletin yatırım kriterlerinin ele alınması bir zorunluluktur. Zira 1980’e gelindiğinde imalat sanayiindeki (25+) istihdamın yüzde 35’i, katma değerin de yüzde 43.5’i kamu sektöründen kaynaklıydı.

Anadolu sermayesi olarak adlandırılan yerel sermayeleri ise, sanayide devlet ve büyük sermaye ile girdi-çıktı ilişkilerine girip girmemesine göre gruplandırmak olanaklı görünmektedir. Girdi-çıktı ilişkilerinde iki farklı biçim gözlenmektedir: (1) Yerelde üretilen hammaddelerin ilk aşama sınai işlemden geçirilmesinden sonra gerekli yerlere aktarılması, (2) büyük sermaye veya devlet tarafından üretilen yarı-mamul malların montaj vb. işlemlerden geçirilerek yerel-bölgesel pazara sunumu. Bunların dışında, yerel-bölgesel pazara yönelik olan gıda, dokuma, ağaç ürünleri ile taş-toprağa dayalı sanayi gibi küçük ölçekli, küçük sermayeli, düşük katma değerli geleneksel sanayilerde uzmanlaşmış bir kesimin de yaşam alanı bulabildiği, hatta bunlardan bazılarının ‘orta’ sayılabilecek büyüklüklere eriştiği görülmektedir (Eraydın, 1983; Ercan, 1998). Bunların dışında, yerelde üretilen tarımsal ürünlerin satışına aracılık edilmesi ve sınai ürünler ile tarımsal girdilerin yerele pazarlanması temelinde bir ticaret sermayesinin varlığını koruduğu görülmektedir (Tekeli, 1988). Yerel boyutlardaki ticaret sermayesinin büyük sermaye ile eklemlenmesinde önemli bir yenilik, sınai mallar ticaretine aracılık edilmesinin dönem içinde tarımsal ürünlerin ticaretine aracılık edilmesine karşı baskın duruma gelmesidir. Büyük sermaye ve kamu kesimince üretilen ürünlerin bayiliğinin üstlenilmesi, zamanla Anadolu kentlerindeki yerel sermayeler için varlığını koruyabilmenin en önemli yollarından biri durumuna gelmiştir. Bunların dışında, inşaat, ulaştırma vb. hizmetlerle uğraşan bir sermaye grubu da gelişmesini sürdürmüştür.

Kısacası, 1954-1980 döneminde ortaya çıkan ekonomik yapıda üç ana yatırımcı aktör belirmiştir: Devlet, büyük sermaye ve yerel sermaye (taşra sermayesi, Anadolu sermayesi). Devlet ve büyük sermaye üretim ve meta zincirlerinin genellikle büyük sermayeli yatırım gerektiren, ithal teknolojili, yüksek katma değerli aşamalarında; küçük ve orta ölçekli sermaye ise meta zincirlerinin daha küçük ölçekli ve sermayeli yatırımla kurulabilen, emek-yoğun aşamalarında yer almıştır. Küçük ve orta ölçekli sanayi sermayesini de KİT’ler ve büyük sermaye etrafında gelişen, onlarla yan sanayi vb. biçimde eklemlenenler ile yerel-bölgesel pazara dönük olanlar olarak ayırmak yararlı olacaktır. Zira KİT’ler ve büyük sanayi etrafında gelişen kesimler asıl olarak bunları izlerken, yerel sermaye olarak nitelenen kesimler daha çok pazara ya da hammaddeye yakınlık temelinde kurulmakta, Anadolu’nun pek çok kentinde ortaya çıkmaktadır.

Bu ekonomik yapının sanayinin coğrafi dağılımı bakımından en doğrudan sonucu, ithal ikameci sanayinin de İstanbul merkezli olarak kurulmaya başlanması olmuştur. Nitekim dönem boyunca Ankara, Adana, İzmir, Eskişehir, Kayseri gibi kentlerde ilk birikimini sağlayan bir kesimin İstanbul’a taşındığı gözlenmektedir (Sönmez, 1988; Tekeli, 1978). Büyük sermaye, dışa bağımlı bir ekonomide en iyi yatırım olanaklarının ülkenin dışa açıldığı kentte ortaya çıkması, sanayinin ithal girdilere olan bağımlılığı vb. nedenlerle genellikle İstanbul, Kocaeli ve İzmir kentlerini tercih etmiştir. Bunların dışında Bursa, Ankara, Adana, İçel gibi birkaç kenti daha saymak olanaklıdır. Büyük sermayenin uzunca bir süre, hammadde gibi zorunlu gerekçeler bulunmuyorsa, bu kentlerden başka yerlere yatırım yapmakta istek göstermediği görülmektedir. Büyük sermayenin bu kentlerde üslenmesi, gerek bunlarla girdi-çıktı ilişkisinde olan küçük ve orta boy sanayinin, gerek hizmet sektörlerinin, gerekse işgücünün bu kentlere yığılmasına yol açmış, özellikle ara malları üreten temel KİT’ler de genellikle sanayinin geliştiği bu havzalarda kurulmuştur.

Devlet yatırımlarının yer seçiminde ise bunların bir bölümü için hammaddeye yakınlık, bir bölümü için pazara yakınlık, bir bölümü için de sanayi bölgelerine yakınlık ölçütlerinin geçerli olduğu görülmektedir. Bunların dışında, yer seçiminde taşra sermayesinin ve siyasetinin siyasi baskıları da etkili olabilmiştir. Özellikle tırmanan siyasi rekabetin siyasal iktidarları yerel sermayenin ve taşra siyasetinin yatırım taleplerini tatmin etme çabasına sokması, Anadolu kentlerinin büyük bölümünü şu ya da bu ölçüde kamu yatırımına sahip kılmıştır. Bunların arasında KİT’lerin belirleyici olduğu, fabrikaların yanı sıra lojmanları, sosyal tesisleri, altyapısı ve de gecekonduları ile ‘KİT kenti’ denilmeyi hakeden pek çok örnek ortaya çıkmıştır. Ancak kamu sektörünce gerçekleştirilen sanayi yatırımlarının göreli olarak daha yaygın bir dağılıma sahip olması, bölgesel dengelerin kurulmasına yetmemiştir. İthal ikameci dönemde özel sektör yatırımlarının özellikle İstanbul, Kocaeli ve İzmir’de yoğunlaşması ve sanayinin ülkede eşitsiz dağılması, bölgeler arasındaki dengesizliği önemli ölçüde tırmandırmıştır.

1954-80 döneminin bir başka özelliği, kırdan kente göçün hızının, sanayinin yarattığı istihdam olanaklarından yüksek olması nedeniyle doğan marjinal ve informel sektörlerin giderek büyümesidir. Tarımda sağlanan verimlilik artışı ve yüksek nüfus artışı nedeniyle kırsal kesimde ortaya çıkan emek fazlalığı, kentlerde ortaya çıkan emek gereksinimine yanıt vermiş, hatta gereksinim duyulanın çok ötesinde bir göç olmuştur. Ortaya çıkan emek fazlalılığının sanayi tarafından emilememesi, büyük bir marjinal ve informel sektörün gelişmesine yol açmıştır. Boratav’ın deyişiyle, küçük burjuvazi ile lümpen proletaryadan ve bu iki kategorinin hem karması hem de onlardan ayrılıkları olan gruplardan oluşan önemli bir kesim ortaya çıkmıştır (1989: 92-93). Dönem boyunca büyük sermaye ağırlıklı olarak sanayide yoğunlaşmış, kentlerse büyük ölçüde orta sınıfların ve yeni kentlilerin damgasını taşımıştır.

Kentleşme sürecinin üzerinde durulması gereken bir başka boyutu, sanayileşmenin -yukarıda özetlenen gelişme özellikleri nedeniyle- yalnızca kırdan kente göç olmakla kalmayıp, geri kalan bölgelerden gelişen bölgelere göç biçimini almasıdır. Özellikle ülkenin doğusunda gelişme odakları yaratılamaması bu bölgelerden kaynaklı göçü de ülkenin batısına yöneltmiştir. Aslında henüz 1960’ta bu durumun farkına varılmış, bölgesel dengelerin kurulması yönünde politikalar izlenmesi gündeme gelmişti. Ancak bu kaygılar yalnızca kamu kesimi üzerinde bir ölçüde etkili olabilmiş, özel kesimin yer seçiminde İstanbul-Kocaeli hattı ağırlıklı yerini korumuştur. İstanbul-Kocaeli hattının kentleşme ve çevre sorunlarının ağırlaşması, arsa maliyetlerinin yükselmesi gibi sorunların büyük boyutlara ulaşması karşısında alınan en etkili önlemler sanayinin yoğunlaştığı havzalardaki çevre illerin ‘kalkınmada öncelikli yöre’ (KÖY) ilan edilmesi ve buralara organize sanayi bölgeleri (OSB) kurulması; KÖY ve OSB’lere yapılan yatırımların da çeşitli teşviklerle desteklenmesi olmuştur. Marmara çevresinde Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, Çanakkale, Bilecik ve Bolu; Ege’de Denizli, Uşak ve Afyon; Güneyde ise Gaziantep ve Kahramanmaraş, KÖY statüsüne alınma ve organize sanayi bölgeleri kurulması nedeniyle 1970’lerden başlayarak özel yatırımlar için bir ölçüde çekim merkezi olmaya başlayacaktır (Tekeli, 1981; Sönmez, 1992 ve 1998). Ancak KÖY uygulamasının, özel yatırımların ülkenin doğu bölgelerine yönelmesi konusunda herhangi bir olumlu işlev görmediği de not edilmelidir.

II. TÜRKİYE’DE 1980 SONRASI DÖNEMDE KENTLEŞME DİNAMİKLERİ

Türkiye, 1954-1980 arasında ithal ikameci sanayileşme politikalarının egemen olduğu dönemde, sanayinin yüksek oranlı dışa bağımlı yapısı nedeniyle, dış borç krizleri biçiminde ortaya çıkan dış denge sorunları yaşamıştı. Nitekim, 1958 ve 1970’teki IMF anlaşmaları bunun sonucunda yapılmıştı. Bu krizler IMF’nin istikrar paketleri ile aşılarak ithal ikameci politikalara devam edilebilmişti. Ancak 1970’lerin ortalarında başlayan kriz, dünya ekonomisinin daha farklı bir konjonktürde olması nedeniyle çok daha farklı sonuçlara yol açtı. 1970’ler, dünya ekonomisinde kriz ve yeniden yapılanma dönemiydi.

Dünya ve Türkiye ekonomisinde 1980’le başlayan dönemde önemli değişimler ortaya çıktı. Genel olarak küreselleşme ve neo-liberalizme geçiş olarak ele alınan bu değişim, Türkiye’de de önemli dönüşümlere yol açtı. Ekonomik ve toplumsal yapıyı yeniden şekillendiren değişim süreci, aynı zamanda eşitsiz mekansal gelişim dinamikleri üzerinde de etkili oldu. Bunun sonucunda, gerek sanayinin gerekse işgücünün ülke coğrafyasındaki dağılımını önemli ölçüde değiştiren dinamikler ortaya çıktı. Çalışmanın bu bölümünde, öncelikle Türkiye’deki değişimleri de belirleyen küresel değişim dinamikleri üzerinde durulacaktır. Daha sonra, Türkiye’de özellikle sanayi ve ticaret alanında ortaya çıkan değişimler incelenecek, son olarak da bu değişimlerin mekansal yansımaları ortaya konmaya çalışılacaktır.

II.1. Dünya Ekonomik İşbölümünde Dönüşümler

‘Küreselleşme’ olarak adlandırılan ve ulus aşırı şirketler (UAŞ) ile onların ulus-devletlerinin ve uluslararası örgütlerinin tercihlerinin belirleyici olduğu yeniden yapılandırma sürecinde ortaya çıkan en temel değişim, sermaye ve malların ülkeler arasında dolaşımının önündeki engellerin azaltılması ve sermayenin hareketliliğinin artışıdır. Küreselleşme sürecinin bir başka temel özelliği, üretim zincirleri üzerinde ortaya çıkan uluslararası ve sermayeler arası hiyerarşilerin yeni teknolojileri içeren ‘öncü sanayiler’ temelinde yeniden yapılandırılmasıdır. Bu iki temel sürecin, kapitalizmin dünya üzerindeki eşitsiz gelişimi ve sanayinin coğrafi dağılımı üzerindeki temel etkileri şöyle sıralanabilir:

(1) Dünya ekonomisine egemen olan üç temel bölge ortaya çıkmıştır: ABD, Avrupa Birliği (AB) ve Japonya. Genellikle merkezi bu bölgelerde olan UAŞ’lerin dünya ekonomisi üzerindeki ağırlığı sürekli artmaktadır. UAŞ’ler dünya ekonomisine egemen olabilmek için kendi aralarında yeni ittifaklara ve birleşmelere gitmektedir. Dolayısıyla sürekli artan bir tekelleşme yaşanmaktadır. UAŞ’lerin egemenliğinde, başta finans, ticaret, telekomünikasyon, ulaştırma, altyapı hizmetleri ile medya, reklam, turizm olmak üzere hizmet sektörleri önemli bir ağırlık kazanmaya başlamıştır.

(2) Dünya emek piyasasında da önemli farklılaşmalar bulunmaktadır. Gelişmiş ülkelerde yüksek ücretli, geniş sosyal haklardan yararlanan bir çalışan sınıf bulunurken, azgelişmiş ülkelerde düşük ücretli, sosyal hakları son derece kısıtlı, çocuk ve kadın emeğinin yaygın olduğu emek piyasaları egemendir. Öte yandan, her iki grup ülkenin emek piyasalarının da katmanlı bir yapıda olduğu görülmektedir. Ayrıca, çevreye zarar vermeme gibi yükümlülükler bakımından da önemli farklılaşmalar ortaya çıkabilmektedir.

(3) UAŞ'ler bazı sektörlerde rekabet gücünü arttırabilmek için üretimi ya da üretimin bazı aşamalarını bazı azgelişmiş ülkelere taşıyabilmektedir. Bu çerçevede, ABD şirketleri için Latin Amerika, ABD ve Japon şirketleri için Güney Doğu Asya ülkeleri, AB için de Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri önemli yatırım alanlarıdır. Mal ve hizmet üretiminde zincirin yüksek teknolojili, yüksek katma değerli aşamalarının gelişmiş ülkede; düşük katma değerli, emek-yoğun ya da ‘teknolojik rantı tükenmiş’ aşamalarının ise azgelişmiş ülkede yer aldığı bir ilişki biçimi belli bir artış göstermektedir. Bu ilişki, ‘alıcı firmanın yarattığı meta zincirleri’ ve ‘üretici firmanın yarattığı meta zincirleri’ olarak adlandırılan (Hopkins ve Wallerstein, 2000; Gülalp, 1998; Köse ve Öncü, 2000) iki temel biçimde ortaya çıkmaktadır. İlki genellikle gıda, tekstil gibi emek ya da hammadde-yoğun sektörlerde ‘fason üretim’ biçiminde; ikincisi ise sermaye ve teknoloji-yoğun sektörlerde üretimin bazı emek-yoğun aşamalarının azgelişmiş ülkeye kaydırılması biçiminde görülmektedir. Dolayısıyla gelişmiş ülkelerle azgelişmiş ülkeler, UAŞ’lerle azgelişmiş ülke sanayileri arasındaki hiyerarşi yeni bir biçim almaktadır (Somel, 1996). Ancak, yine de azgelişmiş ülkelere yönelik yatırımların artışı fazla abartılmamalıdır. UAŞ’lerin asıl rekabet alanı gelişmiş ülkelerdir. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının çok büyük bölümü de gelişmiş ülkelerde gerçekleşmektedir.

(4) Gelişmiş ülkelerle azgelişmiş ülkeler arasındaki işbölümünde ortaya çıkan ‘sermaye-yoğun sanayiler’ / ‘emek-yoğun sanayiler’ biçimindeki ayrımın, en azından günümüzde ulaştığı boyutlar bakımından, uluslararası ticaretle sınırlı olduğu görülmekte, bunun mantıki sonuçlarına varmadığı gözlenmektedir. Bunun mantıki sınırlarına varmasının önünde iki önemli engel vardır. İlk olarak, gelişmiş ülkeler emek-yoğun sektörlerini ve tarımı farklı yollarla korumayı sürdürmektedir. Zira, bunun başta istihdam sorunları olmak üzere önemli toplumsal sonuçları olabilecektir. Diğer yandan, çevre ülke şirketlerinin de ithal ikameci dönemde kurdukları göreli olarak yüksek katma değerli sektörlerdeki sanayileri kapatıp kendilerini tamamen devre dışı bırakacak çözümlere razı olması beklenmemelidir. İç pazarını rekabete açan çevre ülke şirketlerinin de belli bir güce eriştiği, dolayısıyla pazarlık gücü bulunduğu unutulmamalıdır. Günümüzde, çevre ülkelerde ithal ikameci dönemde kurulan otomobil gibi göreli olarak yüksek katma değerli sektörler, UAŞ'lere olan bağımlılığı azalmaksızın ihracata yönelik bir biçime dönüşebilmektedir. Ancak bağımsız olarak ürün, teknoloji, marka geliştirme şansları çok daha azdır. Kısacası, serbest ticarete geçiş, henüz tamamlanmış bir süreç değildir. Tarafların pazarlık güçleri oranında belirleyici olabildikleri bir yeniden yapılanma süreci devam etmektedir.

(5) Sermaye ve mal hareketlerinin serbestliğinin artışı, yalnızca sanayi yatırımlarının azgelişmiş ülkelere kaydırılması biçiminde sonuç vermemekte, bazı durumlarda tam tersi sonuçlar da ortaya çıkabilmektedir. Yatırım yapılan ülkenin iç pazarını hedefleyen yatırımlara, iç pazarı koruma önlemlerinin azalışı nedeniyle artık gereksinimi kalmayan UAŞ’ler, buradaki fabrikalarını kapatabilmektedirler. Dolayısıyla, yeniden yapılanma sürecinde en kritik meselelerden biri, UAŞ'lerle onların ithal ikameci dönemde iç pazara dönük üretim yapmak üzere ortak yatırımlara giriştikleri çevre ülke şirketleri arasındaki ilişkinin alacağı yeni biçim olacaktır.
Yukarıda sözü edilen gelişmeler çerçevesinde, Türkiye gibi azgelişmiş ülkeler bakımından yeni bir gelişme aşamasına girilmiş bulunmaktadır. Gelişmiş ülkelerle azgelişmiş ülkeler arasında, 1950’lerin ortalarından itibaren yaygınlaşmaya başlayan ithal ikameci sanayileşme modeli temelindeki hiyerarşide, ‘yatırım malı-ara malı üretici-ihracatçısı ülkeler’ / ‘tüketim malı üreticisi-hammadde ihracatçısı ülkeler’ biçimini alan farklılaşma, 1970’lerden itibaren ‘sermaye-yoğun mallar ihraç eden ülkeler’ / ‘emek-yoğun mallar ihraç eden ülkeler’ biçimine dönüşmeye başlamıştır. Ancak, diğer taraftan, uluslararası ticarette henüz tam serbestiye geçilmediği de unutulmamalıdır. Bu nedenle ne sanayinin bütünüyle azgelişmiş ülkelere taşınıp gelişmiş ülkelerin teknoloji üretimi ve hizmet sektörlerinde yoğunlaşması, ne de azgelişmiş ülkelerin ithal ikameci dönemde kurmaya giriştikleri otomobil gibi yüksek katma değerli sanayilerinin bütünüyle tasfiye olup bu ülkelerin emek/hammadde-yoğun sanayilerden ibaret kalması gibi ‘uç’ sonuçlar ortaya çıkmıştır. Aslında, Türkiye gibi azgelişmiş ekonomilerin en azından şimdilik bu iki eklemlenme biçiminin bir karmasına sahip olduğunu, ülkelerin gerçek durumunu görmek için ayrıntılı sektörel analizlere gereksinim bulunduğunu belirtmek yararlı olacaktır (Hopkins-Wallerstein, 2000; Somel, 1996).

Gelişmiş ülkelerle azgelişmiş ülkelerin dünya sanayi üretimindeki paylarının değişimini nicel göstergelerle ifade etmek gerekirse, 1965’te yüzde 85 paya sahip olan gelişmiş ülkelerin payı 1985’te yüzde 82’ye gerilemiş, yüzde 8 paya sahip olan azgelişmiş ülkelerin payı aynı dönemde yüzde 13’e çıkmış, yüzde 6’ya sahip olan geri kalmış ülkelerin payı da aynı dönemde yüzde 5’e düşmüştür (Gülalp, 1998). Bir başka veriye göre, yeni sanayileşen ülkelerin dünya pazarlarındaki payı 1968-1978 döneminde deri ve ayakkabıda yüzde 4’ten yüzde 16’ya, hazır giyim ve çorapta yüzde 20’den yüzde 29’a, elektronik parçalarda yüzde 4’ten yüzde 22’ye, geniş ölçüde tüketilen elektronik mallarda yüzde 4’ten yüzde 13’e, saatte yüzde 2’den yüzde 15’e yükselmiştir (Lipietz, 1988: 453). Bu dengede 1980’lerden bu yana da çok büyük değişmeler olmamıştır.

II.2. Türkiye’de Sanayinin Dönüşümü

Türkiye, dünya ekonomisinde yukarıda ana hatları ile ele alınan değişime uyumu 1980 yılında attığı adımlarla gerçekleştirmeye başlamıştır. Bu değişim genel olarak ‘dışa açılma’ ve ‘ithal ikameci sanayileşme modeli’nden ‘ihracata yönelik sanayileşme modeli’ne geçiş olarak adlandırılmıştır. Ancak, Türkiye’nin gerçekte bu stratejide pek başarılı olamadığı tespitinden hareketle, izlenen politikaların ‘ihracatı arttırma politikaları’ olarak adlandırılması gerektiğini savunanlar da bulunmaktadır (Kepenek-Yentürk; 2000: 363). Bu dışa açılma sürecinin boyutlarını ekonomik göstergeler ile belirtmek gerekirse, 1978’de GSMH’ye oranı yaklaşık yüzde 10 düzeyinde olan dış ticaret (ihracat + ithalat) 1988’de yaklaşık yüzde 28’e, 1997’de de yaklaşık yüzde 38’e ulaşmıştır. Tüketim malları ithalatının GSMH’ye oranı 1978’de yüzde 0.19’dan 1988’de yüzde 1.23’e, 1997’de de yüzde 2.75’e ulaşmıştır.

İhracatı arttırma politikalarının egemen olmasıyla birlikte, Türkiye’nin ihracatı içinde sanayi ürünlerinin payı 1980’de yüzde 36’dan 1988’de yüzde 77’ye, 1997’de de yüzde 88’e yükselmiştir. Ancak ihracat göstergelerine bakarak Türkiye’nin hızlı bir sanayileşme sürecinden geçtiği sanılmamalıdır. Türkiye’nin 1980 sonrasında ‘başarılı’ sayılamayacak bir ekonomik gelişme gösterdiği bilinmektedir. Bir ülkenin gelişmişliğinin en önemli göstergelerinden biri olan kişi başına GSMH artışına bakıldığında, 1960-80 döneminde OECD ortalamasının az üzerinde artış oranlarına sahip olan Türkiye’nin, 1980’den günümüze OECD ortalamasının oldukça gerisinde artış oranları yakalayabildiği görülmektedir (Temel, 1998). Dolayısıyla, Türkiye’nin dünya ekonomisi ile eklemlenme biçimini ve iktidar blokundaki değişimleri anlayabilmek için 1980 sonrasındaki ekonomik gelişmeye biraz daha yakından bakmak gerekiyor.

Türkiye ekonomisinde ana sektörlerin GSYİH ve istihdam paylarının değişimi Tablo 3, 4 ve 5’ten izlenebilmektedir. Bu tablolar, 1980 sonrasında tarımdan kopan önemli bir işgücünün hizmetler sektörüne yöneldiğini, imalat sanayiinin ise istihdamda önemli bir artış sağlayamadığını göstermektedir. Kayıtlı işgücünün verildiği Tablo 5’ten, imalat sanayiinin toplam kayıtlı işgücü içindeki payının azaldığı, artışın ise hizmet sektörlerinde gerçekleştiği izlenebilmektedir.

1980’de uygulanmaya başlanan ihracata yönelik sanayileşme modelinin Türkiye’nin imalat sanayiini nasıl biçimlendirdiğini inceleyen çalışmalar, toplam yatırımlar içinde imalat sanayiinin payının düştüğünü, kamu kesimi imalat sanayiinden çekilirken doğan boşluğun özel kesim tarafından doldurulamadığını, sanayide önemli bir verimlilik artışı sağlanamadığını, sanayinin ithal girdilere olan bağımlılığının azalmadığını, ihracata temel olan sanayilerin ağırlıkla 1970’lerdeki yatırımlara dayandığını, ihracatta sağlanan artışın iç talebin bastırılması, düşük ücret ve düşük tarım fiyatlarıyla sağlandığını, dışa açılmanın asıl artışı ihracatta değil ithalatta ortaya çıkardığını, özel kesimin finans, ticaret, inşaat gibi alanlara yöneldiğini, sürecin Türkiye için genel olarak ‘sanayisizleşme’ biçiminde geçtiğini ve dış borçların büyük artış gösterdiğini ortaya koymaktadır (Boratav ve Türkcan, 1993; Boratav, 1995; Erlat, 1998: 71-72). Bu gelişmeler sonucunda, OECD’nin 1998 verilerine göre, Türkiye’nin ihracatının ithalatı karşılama oranı, yüksek teknolojili mallarda yüzde 10, orta-yüksek teknolojili mallarda yüzde 23, orta-ilkel teknolojili mallarda yüzde 77, ilkel teknolojili mallarda da yüzde 225 olmuştur (Kazgan, 1999: 181). Bu veriler, Türkiye’nin dünya ekonomisi ile emek-yoğun mallar ihracatçısı bir ülke olarak eklemlendiğini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır.
İmalat sanayii ele alınırken incelenmesi gereken bir başka veri, Türkiye’nin sınai üretiminin ne kadarının ihraç edildiğidir. Türkiye’nin imalat sanayii üretiminin ihraç edilen kesiminin oranı 1978’de yüzde 6 iken, bu oran 1983’te yüzde 11’e, 1992’de de yüzde 18’e yükselmiştir (Kepenek ve Yentürk, 1996: 323). İSO’nun ilk 500 şirket anketine göre de, bunların toplam ciroları içinde ihraç edilen kısmın oranı 1990’ların ortalarına doğru yüzde 10-11 dolaylarında olmuştur (Yalman, 1998:158). Bu iki veriden çıkan sonuçlardan ilki, Türkiye’de 1980’den 2000’de Gümrük Birliği Anlaşması’nın etkilerinin ortaya çıkmaya başladığı döneme kadar, imalat sanayiinin ağırlıkla iç pazara yönelik olmaya devam ettiği, ihracata dönük üretim yapan kesimin oranında bir miktar artış bulunmakla beraber, bunun egemen duruma geçmeye henüz çok uzak olduğudur. Dolayısıyla, “1980 sonrasında ihracata yönelik sanayileşme modeline geçildiği, bunun sonucunda sanayinin ihracatçı bir nitelik kazandığı” biçimindeki yaygın kanı gerçekliği tam olarak yansıtmamaktadır. Buradan çıkan bir diğer önemli sonuç, Türkiye’nin ihracatında KOBİ olarak adlandırılan (holding firmaları dışındaki, küçük-orta sermayeli) firmaların ihracat yöneliminin büyük sermayeli sanayilere göre daha yüksek olduğudur.

Bu durumun ihracatın sektörel bileşimine nasıl yansıdığına bakıldığında, 1998 verilerine göre Türkiye’nin ihracatında en önemli payın yaklaşık yüzde 40 ile tekstil-deri ürünlerine ait olduğu görülmektedir. Neoliberal dönemde Türkiye’de gerçek anlamda ihracatçı sektör olarak tekstil gelişmiş, bu sektörde toplam üretimin yaklaşık yüzde 50’si ihraç edilmeye başlanmıştır. Bu gelişmeler, Türkiye’nin dünya ekonomisi ile eklemlenme biçiminin emek ya da hammadde yoğun ürünlerde uzmanlaşma biçiminde gerçekleştiğini göstermektedir. Türkiye’nin tekstil sektöründe uzmanlaşması ve dünyanın önemli tekstil ülkelerinden biri durumuna gelmesi IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerin yönlendirmesi altında gerçekleşmiştir (Boratav ve Türkcan, 1993: 125-126; Doğan, 1987). Dışa açılma politikasına yönelen Türkiye’de, artan ithalatın gerektirdiği dövizin sağlanabilmesinde bu sektörün önemli bir paya sahip olduğu görülmektedir. Aslında bu da 1970’lerde başlayan bir eğilimdir. Dış tıkanma nedeniyle ihracata yönelmeye başlayan Türkiye’nin ilk sınai ihraç ürünleri de tekstil ve gıda ağırlıklıydı. Bunların dışında, özellikle 1990’lı yıllarla beraber elektrikli-elektriksiz makineler, demir-çelik, otomotiv ve otomotiv yan sanayii, kimya gibi ağır sanayi ürünlerinin ihracat içindeki payında da artış görülmektedir (Kazgan, 1999). Türkiye’nin ihracat kalemlerine bakıldığında, yukarıda sözü edilen ‘alıcı firmanın yarattığı meta zincirleri’ ve ‘üretici firmanın yarattığı meta zincirleri’ biçimlerinin her ikisine de rastlanabilmektedir. 1980 sonrasında Türkiye’nin artan dış ticaret açıklarını karşılamakta kullandığı bir diğer sektör turizm olmuştur. Türkiye’nin dış dengesi bakımından önem taşıyan diğer iki kalem ise, yabancı ülkelerden elde edilen müteahhitlik gelirleri ile işçi dövizleridir. Bu üç ana gelir kalemi, tekstil, turizm ile dış ülkelerden sağlanan müteahhitlik ve işçi gelirleri Türkiye’nin cari işlemler dengesi bakımından büyük öneme sahiptir. Ancak, bunlar, dış dengenin sağlanmasına yetmemekte, yüksek oranlı bir borçlanmaya gidildiği görülmektedir.

İmalat sanayiinde gerçekleşen gelişmelere bakıldığında (bkz. Tablo 6), istihdam bakımından en önemli artışın tekstil ve metal eşya-makine sektörlerinde gerçekleştiği görülmektedir. Gerek DİE’nin 10 kişiden fazla işçi çalıştırılan işyerlerini kapsayan imalat sanayii istatistikleri (10+), gerekse SSK’nin tüm işyerlerini kapsayan istatistikleri, 1980 sonrasında istihdam bakımından en önemli artışın tekstil sektöründe yaşandığını göstermektedir. DİE verileri (10+), tekstil-deri sektörünün imalat sanayii istihdamı içindeki payının 1980 ile 1996 yılları arasında yüzde 23.7’den yüzde 34.3’e yükseldiğini; SSK verileri de 1980 ile 1998 yılları arasında yüzde 21.9’dan 30.2’ye yükseldiğini göstermektedir. SSK verilerine göre metal eşya-makine sektöründe de önemli sayılabilecek bir artış gerçekleşmiş, bu sektörün imalat sanayii istihdamı içindeki payı yüzde 29.1’den 34.5’e yükselmiştir. Diğer yandan, sektörel yatırım verileri de bu verilerle büyük uyum göstermektedir. 1980 sonrasında en fazla yatırım yapılan ve yatırım düzeyi 1980 öncesinin üzerine çıkan tek sektör tekstildir (Boratav-Türkcan, 1993). Sonuç olarak, yatırımlara, istihdama ve kişi başına katma değer üretim miktarına ilişkin veriler, ihracat verilerinin sonuçlarıyla önemli paralellikler sergilemektedir. Bu verilerin tamamı, 1980 sonrasında imalat sanayiinde istihdam bakımından gelişme gösteren en önemli sektörlerin emek-yoğun ve düşük katma değerli sektörler olduğunu göstermektedir.

1980 sonrasında sermaye içi dengeler bakımından nasıl bir değişim yaşandığına bakıldığında, sektörel açıdan finans ve ticaret sektörlerinin sanayi ve tarım aleyhine önemli bir ağırlık kazandığı görülmektedir. Ancak, bu söylenenler, yatay ve dikey bütünleşmesini tamamlamış büyük holdingler için geçerli değildir. Büyük sermayeli sanayinin 1980 sonrasında tekelci-oligopolcü fiyatlama sayesinde kar oranlarını önemli oranda arttırdığı saptanmaktadır. Sanayi sektörünün finans ve ticaret karşısında gerilemesi daha çok küçük ve orta büyüklükteki sanayi sermayesi için geçerlidir. Dolayısıyla, güç dengelerindeki asıl değişimin, büyük sermaye ile küçük-orta ölçekli olanlar arasında yaşandığı anlaşılmaktadır. Bir başka boyut, sermayenin finans, turizm, inşaat, ticaret vb. hizmet sektörlerine yöneliminde önemli bir artış olmasıdır (Boratav, 1995: 170-185). Bu son gelişmeyi, büyük sermayenin ihracata dönük sanayileşmede ancak sınırlı bir başarı sağlayabilmesi nedeniyle hizmet sektörlerine yönelmesinin ve ülkeyi faiz ve rant sarmalına sokmasının sonucu olarak görmek gerekir. Sonuç olarak, 1980 sonrası dönemde sermayenin önemli oranda merkezileştiği, özellikle İstanbul’da üslenen, holding biçiminde örgütlenmiş, finans, ticaret vb. ayaklarını oluşturmuş, yabancı ortaklı kesimlerinin ağırlığını arttırdığı görülmektedir. Bunun yanında, Türkiye’nin dünya ekonomisi ile eklemlenme biçiminde yaşanan gelişmelere bağlı olarak, tekstil, gıda vb. emek ya da hammadde yoğun sektörlerde yoğunlaşan, dış pazarlara dönük üretim yapan, küçük-orta ölçekli bir sanayi sermayesi de gelişebilmiştir. Bunlar da kamunun kimi desteklerinden yararlanabilmiştir. Buna karşılık, kamu kesiminin imalat sanayii içindeki yeri önemli oranda gerilemiştir. Yeni yatırımlar önemli oranda azalırken, özelleştirilen pek çok KİT’in de kapandığı görülmektedir (bkz. tablo 7).

Çalışmanın bu bölümünde ulaşılan sonuçlar toparlanacak olursa, Türkiye’nin 1980 sonrasında uluslararası işbölümünde daha yukarılara tırmanmasını sağlayacak önemli bir sınai atılım gerçekleştiremediği, gelişmenin ağırlıkla hizmetler sektöründe görüldüğü, imalat sanayiinde dünya ekonomisi ile başta tekstil ve gıda olmak üzere emek ya da hammadde yoğun ürünler ile göreli olarak yüksek katma değerli olsa bile teknoloji rantı tükenmiş ürünler ihraç eden bir ülke olarak eklemlendiği, sanayinin ağırlıkla iç pazara dönük üretime devam ettiği, döviz sağlamak ve istihdam bakımından tekstil ve turizm sektörlerinin öne çıktığı görülmektedir. Kamu sektörünün imalat sanayiindeki öncü konumundan uzaklaştırıldığı bu süreçte, büyük sermayenin göreli olarak katma değeri daha yüksek, daha büyük sermaye gerektiren, yabancı ortaklı ve ağırlıkla iç pazara dönük üretimde yoğunlaştığı, küçük ve orta boy işletmelerin bir bölümünün ise emek ya da hammadde yoğun sektörler olan ve döviz kazanmak bakımından büyük öneme sahip olan gıda ve tekstilde uzmanlaştığı görülmektedir. Kısacası, Türkiye imalat sanayiinin ihracata dönük büyümeye geçişte önemli bir başarı sağlayamadığı (Yalman, 1998; Boratav, 1995), 2000’li yıllara dönülürken sanayinin büyük bölümünün önemli ölçüde ithal girdiye bağımlı ve iç pazara dönük olması bakımından ithal ikameci yapının (alt fordist-ithalata rakip) orta aşamalarında, daha küçük bir bölümünün de ihracata dönük modelin ilk aşamalarında (ilkel taylorist-rekabetçi) takılıp kaldığı söylenebilir. Bunda, yabancı sermayenin Türkiye’yi önemli bir yatırım üssü olarak görmemesi ve yabancı sermaye yatırımlarının büyük ölçüde iç pazarı hedeflemesi de etkili olmuştur. Dolayısıyla, yabancı sermaye yatırımları ile kalkınma umudu da son yirmi yılda gerçekleşmemiştir.

Diğer yandan, Türkiye imalat sanayii henüz tam serbestleşmenin sonuçları ile karşılaşmış değildir. Bu nedenle, Türkiye imalat sanayiinin bütünüyle 'emek-yoğun' bir biçime dönüştüğü sanılmamalıdır. Emek-yoğun sektörlerin ağırlığı daha çok ihracat içindedir. Nitekim, son birkaç yılda serbest ticarete dönük eğilimler güçlendikçe, büyük sermayenin yoğunlaştığı göreli olarak yüksek katma değerli sanayilerde (otomobil, beyaz eşya vb.) yeni eğilimler belirmeye başlamıştır.

II.3. Ticaret Sektöründe Dönüşümler

Türkiye’de 1980 sonrasında görülen önemli değişimlerden biri de, genel olarak ‘sanayisizleşme’ olarak adlandırılan sürecin etkisiyle, sermayenin hizmet sektörlerine yönelişinde büyük bir artış görülmesi olmuştur (Boratav, 1995). Bu değişim, hizmet sektörlerinin GSYİH ve istihdam içindeki payında önemli artışlar doğurmuştur. Bu artışın boyutları Tablo 3, 4 ve 5’ten izlenebilmektedir. Hizmet sektörlerinin önemli bir dalı olan ticaret de bu gelişmeden payını almıştır.
Türkiye ticaret sektöründe 1990’la başlayan dönemde yeni gelişmeler ortaya çıkmıştır. Bu sürecin en temel özelliği, geçmişte geniş bir orta sınıfı barındıran parekende ticaret sektörünün yabancı-büyük sermayenin kontrolüne girmeye başlaması ve sektördeki tekelleşmenin sürekli artışıdır. Sektörün yapısını ve diğer sektörlerle ilişkisini de önemli ölçüde değiştiren bu gelişmenin, önemli toplumsal sonuçlar doğurduğu daha şimdiden görülmeye başlanmıştır. Bu gelişmeleri şu başlıklar altında ele almak olanaklıdır:

(1) Büyük sermayenin parakende ticaret sektörüne yönelmesi ve sermayenin merkezileşmesi sürecinde teknolojik yeniliklerin önemli bir olanak sağladığı görülmektedir. Kredi kartı ve tüketici kredilerinde artış, barkod, optik okuyucu ve yazarkasaların gelişimi, ambalajda yenilikler bu kapsamda sayılabilecek etmenlerdir. Bunlara, özel oto sahipliğinin artışı, tüketim kültürünün yükselişi vb. de eklenebilir (Sönmez, 1998).

(2) Geçmiş dönemde meta zinciri, üretici (tarım ve sanayi) – toptancı (büyük tüccar) – parakendeci (küçük tüccar-esnaf) yoluyla kuruluyor, üretimden tüketime uzanan meta dolaşımı süreci büyük ölçüde bu kanalla gerçekleşiyordu. Ayrıca, büyük sanayi-bayi bağlantısı da bir başka temel dağıtım kanalını oluşturuyordu. Günümüzde ortaya çıkan hipermarketler, hem toptancı hem de parakendeci ayaklarını birlikte üstlenerek her iki kesimi de önemli ölçüde devreden çıkartmaya başlamıştır. Bu gelişmenin bayilik kanalının payını da azalttığı görülebilmektedir. Bu doğrultuda bir başka önemli gelişme, aynı zamanda sanayi ayağı bulunan holding sermayeli hipermarketlerin, belli sektörlerdeki rakiplerine karşı önemli ölçüde avantaj sağlaması biçiminde ortaya çıkmaktadır (Sönmez, 1998: 135). Aynı kapsamda değerlendirilebilecek bir diğer önemli eğilim, hipermarketlerin küçük-orta ölçekli sanayiye fason üretim yaptırması ve koşulları dikte edebilmesidir. Bunların parakende kanalına egemen olan hipermarketler karşısında pazarlık şansı giderek azalmaktadır. Benzer bir gelişmeyi, tarımda da ‘sözleşmeli üreticilik’ biçiminde görmek olanaklıdır. Bütün bunlar, ticaret sektörünün tarım ve sanayi aleyhine güçlenmesinin örneklerini oluşturmaktadır.

(3) Hipermarketler, kredi kartı ve tüketici kredileri dolayımı ile bankacılık sektörü ile içiçe geçme eğilimine girmektedir. Bu olanaklar da hipermarketlere önemli bir avantaj sağlamaktadır.

Yukarıda temel özellikleri ortaya konan sermayenin merkezileşmesi süreci, parakende ticaret sektörünü önemli oranda değiştirmiş bulunmaktadır. Pazar payına ilişkin sağlıklı veriler bulunmamakla beraber, Vakıfbank’ın perakende ticaret sektörüne ilişkin raporunda, 1999 yılı itibariyle hipermarketlerin pazar payının yüzde 31.3’e, süpermarketlerin payının yüzde 16.4’e yükseldiği, bakkalların payının ise yüzde 52.3’e düştüğü belirtilmektedir. Bu tablonun, önümüzdeki dönemde, hipermarketlerin ve süpermarketlerin payının daha da yükselip, bakkalların payının daha da gerilemesi yönünde değişmesi öngörülmektedir.

II.4. Bölgesel Gelişme Dinamikleri

Buraya kadar 1980 sonrasında dünyada ve Türkiye’de yaşanan dönüşüm ana hatları ile ele alınmaya çalışıldı. Çalışmanın bu bölümünde ise, sözü edilen dönüşümün sanayinin ve işgücünün coğrafi dağılımını nasıl şekillendirdiği incelenecektir. Bunun için, DİE, DPT ve SSK’nin illere göre hazırladığı veri setlerinden yararlanılacaktır. Dolayısıyla, ‘idari’ bir ölçüt olan ‘il’ tabanında hazırlanmış bu verilerden hareket edilmektedir. Verilerin il düzeyinde olması çoğu zaman yararlı olmakta ve zaman içinde ortaya çıkan değişimi karşılaştırma yoluyla görmeye olanak sağlamaktadır. Ancak, bu verilerin il içindeki kent ya da kasabalar düzeyindeki gelişmeleri görmeye olanak vermediği de not edilmelidir. Diğer yandan, son dönemde çok sayıda yeni il kurulması nedeniyle karşılaştırma yapmakta sorunlar doğmaktadır. Bu nedenle, yeni illere ait veriler ayrıldıkları iller içinde gösterilerek bu sorun aşılmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla, karşılaştırmalar 67 il sistemine dayalı olarak yapılmaktadır.

Tablo 8’de, ilk iki sütunda illerin Türkiye nüfusundaki payları, üçüncü ve dördüncü sütunlarda toplam SSK’li istihdamdaki payları, beşinci sütunda ücretli çalışanların ildeki toplam faal nüfusa oranı, son sütunda da ildeki SSK’li istihdam içinde kamunun payı verilmektedir. Bu tablonun ilk beş sütunu illerin istihdam olanakları ve nüfus akımları bakımından çekim merkezi olup olmamasına, dolayısıyla yatırımlar bakımından sahip olduğu gelişmişlik düzeyine, son sütunu ise özel sektör yatırımları bakımından yoksul illere işaret etmektedir. Bu tablo konusunda önemli bir uyarı, illerin ülke nüfusundaki paylarının nüfus hareketlerini değil, nüfus hareketlerinin sonucunu gösterdiğidir. İllerin doğal nüfus artış oranları arasındaki büyük farklılıklar, bazı illerin ülke nüfusundaki payının azalışına karşın göç almasına, bazı illerin de ülke nüfusundaki paylarının artışına karşın göç vermesine yol açabilmektedir. Yazıda, tabloları arttırmamak kaygısı ile göç verilerine yer verilmemekle beraber, zaman zaman DİE’nin göç verilerine dayalı değerlendirmeler de yapılmaktadır. Tablo 9’da, illerin Türkiye GSYİH’si, tarım, sanayi ve hizmet sektörleri hasılasındaki payları verilmektedir. Bu tablo sayesinde, illerin hem ekonomik yapısının ve gelişiminin hangi sektörlere dayandığı hem de Türkiye içindeki payları görülebilmektedir. Tablo 10 ve 11’de de, imalat sanayiinin alt dallarında katma değer ve istihdam bakımından en yüksek paya sahip iller görülebilmektedir. Bu tablolar, ‘sanayi coğrafyasının değişimi’, ‘yeni sanayi odakları’ gibi tartışmaları belli bir veri tabanına oturtmaya olanak sağlamakta, sanayileşen illerin sağladığı gelişmenin hangi sektörlere dayandığı ve hangi düzeyde olduğu da izlenebilmektedir.
1980 sonrası değişimlere Tablo 8, 9, 10 ve 11’da sunulan veriler yardımıyla bakıldığında (tablolar yazının sonundadır), ortaya çıkan en önemli dönüşümlerden birinin, sanayideki gelişmeyi büyük ölçüde İstanbul merkezli büyük sermayenin sürüklemeye başladığının görülmesi olmaktadır. Dolayısıyla büyük sermayenin yatırım yeri seçimleri, sanayileşen illerin belirlenmesinde en önemli etmen olarak ortaya çıkmaktadır. Gerek büyük sermayeli sanayilerle girdi-çıktı ilişkileri içinde olan küçük-orta ölçekli sanayi, gerekse diğer sektörler büyük sermaye yatırımlarını izlemektedir. Bu bakımdan en dikkat çeken iller, İstanbul ve İzmir gibi önemli merkezlerin yakın çevresindeki Tekirdağ, Kırklareli, Sakarya, Bilecik, Eskişehir, Çanakkale, Manisa gibi iller olmuştur. Kocaeli, Bursa, Ankara, Adana ve İçel de bu kategoriye dahil edilmesi gereken illerdir. Büyük sermayenin yatırımlarının daha çok bu illerde yoğunlaştığı ve bu illerdeki gelişmeyi büyük ölçüde büyük sermayenin yatırımlarının sürüklediği görülmektedir. Ayrıca, bu illerden bazılarında önemli bir KİT tabanı da bulunmaktadır. Yabancı sermayeli-ortaklı yatırımlar da genellikle bu illerde toplanmaktadır.

İkinci olarak, Türkiye’nin dünya ekonomisi ile eklemlenme biçimi küçük-orta ölçekli sermaye ile kurulabilen, dış pazarlara dönük üretim yapılan, tekstil, gıda vb. emek ya da hammadde yoğun sektörlere belli bir gelişme olanağı sağlamıştır. Büyük sermayenin daha az ilgi gösterdiği ve tekelleşme oranlarının daha düşük olduğu bu sektörlerde sağlanan gelişme, emeğin büyük kentlere oranla daha ucuz olduğu bazı illerdeki yatırımlarda etkili olabilmektedir. Bu kategoriye giren sermaye kesiminin bir bölümünün İstanbul, İzmir gibi kentlerdeki ‘orta’ ölçekli sayılabilecek kesimlerinden, bir bölümünün de bazı Anadolu kentlerinin ‘yerel sermaye’ olarak adlandırılabilecek kesimlerinden oluştuğu görülmektedir. İstanbul, İzmir gibi kentlerdeki sermaye kesimlerinin, başka nedenlerin yanı sıra düşük maliyetli işgücü arayışıyla yukarıda sayılan çevre illere yöneldiği, İstanbul ve İzmir gibi metropollerin yakın çevresindeki yatırımlardan bir bölümünün bu nitelikte olduğu görülmektedir. İkinci olarak, ‘Anadolu kaplanları’ olarak adlandırılan grup da bu kategoriye girmektedir. Bu iller, hem ucuz işgücü, hem hammaddeye yakınlık, hem belli bir sermaye tabanına sahip olması, hem de kamunun çeşitli desteklerinden yararlanabilmeleri sayesinde gelişme olanakları yakalayabilmiştir. ‘Yeni sanayi odağı’, ‘Anadolu kaplanı’ gibi nitelendirmeler yapılan bu illerden en önemlileri Denizli, Gaziantep, Konya, Karaman ve Kayseri’dir. Bu kapsamda değerlendirilen diğer iller Edirne, Uşak, Afyon, Çorum, K. Maraş, Adıyaman, Malatya’dır. Ancak, bu illerden bazıları kayda değer bir sanayiye sahip olmakla beraber Türkiye ekonomisindeki payları çok büyük değildir. Nitekim, bu illerin çoğu net göç vermeye devam etmektedir. Ayrıca, ülkedeki ihracata dönük emek ya da hammadde yoğun sektörlerin tamamen bu illerde toplandığı da sanılmamalıdır. Marmara Bölgesi bu bakımdan da en öndedir .

‘Anadolu kaplanları’ konusundaki bir başka yaygın kanının aksine, küçük sermayeli sanayilerin sahip oldukları sınırlılıkları aşmakta bulunan ‘yeşil sermaye’li holding ve ‘çok ortaklı’ holding modelleri önemli görünmektedir. Dolayısıyla, hem bu kentlerin sanayilerinde de önemli ölçüde ‘kutuplaşma’ görülmekte (Erendil, 2000), hem de küçük sermayeli ve küçük ölçekli olmaları sayesinde değil, büyüyebildikleri oranda gelişebilmektedirler. Bu illerde İstanbul merkezli büyük sermayeye ait yatırımlar pek ağırlık taşımamaktadır. Ancak, bazılarında önemsiz görülemeyecek bir KİT tabanı bulunmaktadır. Daha da önemli bir başka boyut ise, bu sanayilerin tamamıyla düşük maliyetli işgücüne dayalı olmasıdır. Bu iller hem çalışan başına katma değer ortalamasında, hem de ücretlerde Türkiye ortalamasının bir hayli altında kalırken, kayıt dışılık, kadın ve çocuk emeği istihdamındaki yüksek eğilimi ile dikkat çekmektedir (Köse ve Öncü, 1998). Dolayısıyla, ‘kitlesel üretim’ ile ‘esnek uzmanlaşma’ arasında karşıtlık kuran ve gelişmelerin ikinci grup lehinde olduğunu ileri süren ‘esnek uzmanlaşma’, ‘sanayi bölgeleri’, ‘ağ tipi ilişkiler’ vb. teorilerin Türkiye’nin ‘Anadolu kaplanı’ olarak adlandırılan kentlerinin sanayileşmesindeki yeni eğilimleri açıklayabilmekteki gücü sanıldığından çok daha azdır (Taymaz, 1993 ve 1995; Erendil, 2000; Konukman, 1999, Ayata, 1999).
Son yirmi yılda Türkiye ekonomisinin asıl gelişme kutbunu oluşturan Marmara ve Ege’deki iller ile bazı çalışmalarda ‘Anadolu kaplanları’ olarak adlandırılan illerin çeşitli veriler bakımından karşılaştırılması Tablo 12’de verilmiştir. Tablonun ilk iki sütununda illerin Türkiye imalat sanayii katma değerindeki, üçüncü ve dördüncü sütunlarda imalat sanayii istihdamındaki, son iki sütunda da tüm sektörlerdeki toplam SSK’li istihdam içindeki payları verilmiştir. Tablo, Marmara ve Ege’deki gelişme kutbu niteliğindeki iller ile ‘Anadolu kaplanları’nın Türkiye ekonomisindeki ağırlıklarındaki değişimi açık bir biçimde sergilemektedir. Bu karşılaştırmadan çıkan en çarpıcı sonuç, birinci gruptaki illerin ikinci gruptaki illere göre 10 kattan fazla katma değer payına sahip olmasıdır. Burada verileri verilmemekle beraber, çalışan başına katma değer ve ücretler bakımından da arada birinci grup lehine büyük farklar bulunduğunun not edilmesi gerekmektedir. Birinci gruptaki bazı illerdeki yüksek oranlı düşüşler ise, çoğunlukla KİT karşıtı politikaların sonuçlarını yansıtmaktadır.

Üçüncü olarak, devletin imalat sanayiindeki ağırlığının azalışı ve hatta özelleştirilen bazı KİT’lerin kapanmış olması, sanayinin coğrafi dağılımına etki yapan bir başka gelişmedir. Bu süreçte, sahip olduğu sanayi tabanı önemli ölçüde kamu sektörüne dayanan, yerel dinamiklerle sanayileşemeyen, büyük sermaye tarafından da yatırım yeri olarak cazip bulunmayan iller önemli bir gerileme içine girmektedir. Nitekim, ülkenin doğusuna doğru gidildikçe kamu sektörünün ağırlığı ülke ortalamasının oldukça üzerine çıkmakta, özel sektörün payı iyice azalmaktadır. Dolayısıyla, KİT’ler gerileyen bölgeler bakımından önemlerini korumaktadır.
İmalat sanayiine bir bütün olarak bakıldığında, ülke coğrafyasına en yaygın dağılan sektörün gıda olduğu görülmektedir. Gıda dışında, ağaç ürünleri, taş-toprağa dayalı sanayiler ve tekstil de daha çok ile yayılmış durumdadır. Kimya, ana metal, metal eşya-makine ve kağıt sektörleri ise daha dengesiz bir dağılıma sahiptir. Nitekim, ikinci gruptaki sektörlerde sermaye yoğunlaşmasının birinci gruba göre daha yüksek olduğu görülmektedir.

İllerin imalat sanayii katma değeri ve istihdamındaki paylarında da, oldukça dengesiz bir dağılım görülmektedir. Özellikle İstanbul, Kocaeli ve İzmir en büyük paya sahip illerdir. İmalat sanayiinde üretilen katma değerin yarıdan fazlası bu üç ilden kaynaklıdır. Bu üç ili Ankara, Bursa, Adana ve İçel izlemektedir. Bunlardan sonra gelen iller ise Zonguldak, Tekirdağ, Manisa, Eskişehir, Konya, Kayseri, Denizli, Sakarya, Bilecik, Balıkesir ve Gaziantep’tir. Ülkedeki sanayi kuruluşları ağırlıkla bu illerde toplanmıştır. Bu iller 1980 sonrasında da genel olarak paylarını korumuş ya da arttırmışlardır. Bu kapsamda değerlendirilebilecek bir başka önemli veri, illerin genel bütçe vergi gelirlerindeki paylardır. 1997 verilerine göre, İstanbul’un payı yüzde 37.5, Kocaeli’nin payı yüzde 15.82, Ankara’nın payı yüzde 13.42, İzmir’in payı da yüzde 8.08’dir. Bu dört il, Türkiye genel bütçe vergi gelirlerinin yüzde 75’inden fazlasını sağlamaktadır. Kişi başına vergi ödemelerinde de Türkiye ortalamasının üzerinde yer alanlar yalnızca bu dört ildir. Dolayısıyla, Türkiye ekonomisinde büyük ağırlığa sahip olan kuruluşların büyük bölümünün merkezinin bu dört ilde yer aldığı söylenebilir. Bu dört ilin arkasından gelen iller ise Bursa, Adana, İçel ve Antalya’dır. Bu veri de, sermayenin yoğunlaşmasının boyutlarına işaret etmektedir.

Bunların dışında, Ege ve Akdeniz kıyılarında turizm sektörünün geliştirdiği iller bulunmaktadır. Bu bakımdan en dikkat çekenleri Antalya, Muğla ve Aydın’dır. Bu illerin sağladığı gelişme büyük ölçüde turizme dayalıdır. Bunlar dışında, Ege ve Akdeniz kıyılarındaki pek çok kent ve kasaba turizmin sağladığı gelişmeden pay almıştır. 1980 sonrasında turizm sektörünün önem kazanmasına paralel olarak, Ege ve Akdeniz kıyılarına yönelik sermaye ve işgücü akımı da artmış, bu iller büyük oranda göç almaya başlamıştır.

Gelişen bu illerin dışında kalan hemen hemen bütün iller gerileme içinde olmuşlardır. Karadeniz, İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinin payları gerilemiş, kamunun boşalttığı yer özel sektör tarafından doldurulamamıştır. KÖY politikası da, ne büyük sermayenin bu illere yatırım yapmak üzere harekete geçmesini sağlamaya, ne de yerel sermayelerin önemli bir sınai gelişme göstermesine yetmiştir. Dolayısıyla, bu iller istihdam olanaklarının gerilemesine bağlı olarak önemli oranda göç vermişlerdir.

Türkiye’de, 1980 sonrasında, bölgesel dengesizliğin en önemli göstergelerinden bir başkası da tarımda ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, tarım hasılasındaki payı artan illerin genellikle ülkenin batı ve güneyinde yoğunlaştığı, ülkenin diğer bölgelerindeki illerin paylarının ise genellikle azaldığı görülmektedir. Boratav’ı (1991) izleyerek söylenecek olursa, 1980 sonrasında tarım fiyatlarındaki düşüşü sayılan bölgeler verimlilik artışı ile bir ölçüde telafi edebilirken, diğer bölgeler aynı başarıyı gösterememiş, dolayısıyla bu bölgeler daha fazla göç vermiştir. Bu bölgelerin bir bölümünde ortaya çıkan ‘ekonomi dışı’ nedenlere dayalı göçler de büyük boyutlara ulaşmıştır. Gerileyen bölgelerde, kamunun tarım politikalarında daha aktif önlemler alması gerekliliği doğmakla beraber, bu konuda pek fazla umut ışığı görünmemekte, tersine Avrupa Birliği ve Dünya Bankası yönlendirmesi altında, tarım kesimine yönelik desteklerin azaltılması doğrultusunda adımlar atılmaktadır. Bu eğilimlerin sürmesi durumunda, kırsal kesimden kaynaklı göçün yeni bir ivme kazanacağı, genç nüfusunu büyük ölçüde yitiren kırsal kesimde yakın gelecekte ‘insansız köyler’in sayısında büyük artış gerçekleşeceği de öngörülebilir. Bu nüfusun, yakın gelecekte ülkenin batısındaki kentlerin varoşlarını dolduracağı; ancak, bu bölgelerdeki istihdam olanaklarının bu nüfusu emmeye elverişli olmadığı ve geçmişte kente uyumun ve emeğin yeniden üretiminin ‘maliyetsiz’ biçimini oluşturan gecekonduların artık bu niteliğini kaybettiği de anımsandığında, bunun ciddi bir toplumsal yara açacağı görülebilmektedir. Türkiye’nin yakın geleceğine ilişkin ekonomik ve sosyal politikalar kurgulanırken bu gelişmenin de gözönünde bulundurulması gereği açıktır.

1980 sonrasında, hizmet sektörlerindeki temel eğilim ise, kırsal kesime dönük kent ve kasabalardaki hizmet sektörleri tarımdaki gerilemeye paralel bir biçimde küçülme sürecine girerken, büyük kentlerdeki hizmet sektörlerinin önemli oranda büyümesi olmuştur. 1980 sonrasında büyük sermayenin hizmet sektörlerine girmeye başlamasına paralel olarak hizmet sektörleri tarım ve sanayi aleyhine önemli bir ağırlık kazanırken, büyük sermayenin hizmet sektörlerine yönelişi birikim süreçlerinde kentlerin önemini de arttırmıştır. Bu durum, önceki dönemde daha çok alt ve orta sınıfların damgasını vurduğu kentlerde önemli bir değişim doğurmuş, kentler büyük sermayenin yatırım stratejilerinin (lüks siteler, gökdelenler, hipermarketler, lüks oteller, alış-veriş merkezleri, bankalar vs.) açık izlerini taşımaya başlamıştır. Nitekim, bu eğilimin en önemli göstergelerinden biri parakende ticaret alanında yaşanmıştır. Son on yılda sermayenin merkezileşmesinin yeni bir dalgası perakende ticaret alanında ‘hipermarketler’ ve ‘süpermarketler’ biçiminde gelişirken, genellikle nüfusu 100 binin üzerindeki pek çok Anadolu kentinde büyük sermayeli ve yabancı ortaklı hipermarket ağları kurulmaya başlanmıştır. Yerel sermaye birikimi önünde yeni bir engel olarak ortaya çıkan bu gelişme, 1970’lerde yerel sermaye tarafından durdurulabilmişti (Tekeli-Menteş, 1978: 26-27). Yerel sermayenin günümüzde bunu durdurabilecek güçte olmadığı görülürken, ortak girişimlerin başarılı örneklerine de pek fazla rastlanamamaktadır (Sönmez, 1998: 128-137). Bu durum, büyük sermaye - yerel sermaye ilişkisine yansımakta, ticaret üzerinden yerel sermaye birikiminin olanakları da daralmaktadır.

II.5. Bölgelerin Gelişme Özellikleri

Buraya kadar olan bölümde, dünya ve Türkiye ekonomisinde yaşanan değişimlerin mekansal yansımaları üzerine genel saptamalar yapılmaya çalışıldı. Çalışmanın bu bölümünde de, Tablo 8, 9, 10, 11 ve 12 yardımıyla tek tek bölge ve illerde ortaya çıkan gelişmeler üzerine değerlendirmeler yapılmaktadır.

Veriler Marmara Bölgesi’nin Türkiye’nin en gelişmiş ve gelişmeye devam eden bölgesi olduğunu ortaya koymaktadır. Bu bölgede 1980 öncesinde daha çok İstanbul, Kocaeli ve Bursa’da yoğunlaşan sanayinin komşu illere doğru yayıldığını görülmektedir. Dolayısıyla, 1980 sonrasında sanayinin coğrafi dağılımındaki değişimin ilk önemli sonucu, İstanbul merkezli büyümenin çevre illere yayılmasıdır. Bu gelişmede daha çok İstanbul merkezli büyük ve orta ölçekli sermayenin yatırımlarını yakın çevredeki illere kaydırmasının etken olduğu anlaşılmaktadır. Bu gelişme, İstanbul-Kocaeli hattında ortaya çıkan yığılmanın neden olduğu sorunların yol açtığı yeni yatırım yeri arayışına kamunun 1970’lerde KÖY ve OSB politikaları ile verdiği yanıtla mümkün olmuştur. Marmara Bölgesinde, yatırım yerlerinin, ilki otoyol hattı, ikincisinin de Bursa-Bozüyük-Eskişehir hattı olmak üzere iki ana hatta yoğunlaştığı görülmektedir. Trakya’da Tekirdağ ve Kırklareli, Anadolu yakasında da Sakarya, Bilecik, Eskişehir ve Çanakkale büyük sermayeli kuruluşların yatırımlarını yoğunlaştırdığı iller olmuştur. Nitekim, bu iller işçi başına katma değer üretimi bakımından da Türkiye’nin önde gelen illeri arasında yer almaktadır. Diğer yandan, büyük sermayenin yatırımları, yan sanayi gibi biçimlerde ortaya çıkan küçük ve orta ölçekli yatırımlarla ilişkili olarak gelişmekte, bu illerin yerel sermayelerinin önemli bir bölümü büyük sermaye ile girdi-çıktı ilişkileri kurarak gelişme gösterebilmektedir. Bu illerden Eskişehir’in durumu özellikle ilginçtir. 1980 öncesinde daha çok yerel sermaye ve KİT ağırlıklı bir sanayiye sahip olan ve ‘ulusal sanayi’ tezlerine ev sahipliği yapan Eskişehir’in 1980 sonrasında İstanbul merkezli büyük sermayenin yöneldiği illerden biri durumuna geldiği, yerel sermayenin de asıl olarak ‘yan sanayi’ modeline yöneldiği görülmektedir.

Marmara Bölgesi’ndeki illerin imalat sanayiinin alt dallarındaki gelişmelerine bakıldığında, İstanbul’un çoğu dalda ülkenin en önemli sanayi merkezi olmaya devam ettiği görülmektedir. İstanbul’un payını arttırdığı dallar tekstil, kağıt-basım ve kimyadır. Gıda, ağaç ürünleri, taş-toprağa dayalı sanayiler, metal eşya-makine sektörlerindeki yatırımlarda ise çevre illere yayılma eğilimi daha belirgindir. Kocaeli, başta kimya, ana metal ve metal eşya-makine olmak üzere ağaç ürünleri, taş-toprağa dayalı sanayilerde yine ülkenin önde gelen illerinden biridir. Bursa, başta tekstil, ana metal ve metal eşya-makine sektörleri olmak üzere gıda, ağaç ürünleri dallarında gelişen bir il olmaya devam etmektedir. Tekirdağ, tekstil, ağaç ürünleri, kağıt, metal eşya-makine dallarında yatırımlara sahip olmuştur. Kırklareli’de taş-toprağa dayalı sanayi en önde gelen dal olup, gıda ve kimyada da önemli yatırımlar gerçekleşmiştir. Sakarya’da gelişen dal metal eşya-makine ile ağaç ürünleridir. Bilecik ile Eskişehir metal eşya-makine ile taş-toprağa dayalı sanayiler için çekim merkezi olmuştur. Çanakkale gıda ile taş toprağa dayalı sanayide önde gelmektedir. Balıkesir’de öne çıkan sektör de gıda olmuştur.

Marmara Bölgesi, hizmetler sektörü bakımından ilginç bir gelişme göstermiştir. Sanayinin çevre illere yayılması eğilimi, hizmet sektörlerine pek fazla yansımamış, hizmetler sektörü yine İstanbul, Bursa gibi kent merkezlerinde gelişmiştir. Hizmetler bakımından en ilginç örnek Kocaeli’dir. Sanayi yatırımları bakımından ülkenin önde gelen illerinden biri olan Kocaeli, hizmet gereksinimini İstanbul’dan karşılaması nedeniyle hizmet sektörleri sanayiye paralel bir gelişme gösterememiştir. Bu durum, bölgenin illerinin çoğunda görülmektedir.

Marmara Bölgesi’nde son yirmi yılda görülen gelişme bölgenin istihdam ve GSYİH paylarının artmasına yol açmış, nüfus akımları için de çekim merkezi olmasına neden olmuştur. Bölgede dışarıya net göç veren iller Edirne ve Kırklareli ile sınırlı kalmış, diğer iller başta İstanbul, Kocaeli ve Bursa olmak üzere önemli oranda göç almıştır. Özellikle İstanbul, aldığı yoğun göçle, Türkiye nüfusundaki payını 1980 ile 1997 arasında yüzde 10.6’dan yüzde 14.67’ye çıkartmıştır.

Ege Bölgesi ülkenin ikinci gelişen bölgesidir. Bölgenin merkezi, Türkiye’nin ikinci önemli limanı olan İzmir’dir. İzmir, Türkiye’nin en önemli tarım bölgelerinden biri olan Ege’nin dışa açılan kapısı olmaya devam etmektedir. Bölgenin sanayisi de ağırlıkla İzmir’in yakın çevresinde gelişmektedir. İzmir’e oldukça yakın mesafede olan Manisa, bu yatırımlardan önemli bir pay almıştır. Bölgede imalat sanayii payında önemli artış olan diğer il Denizli’dir. İzmir, imalat sanayiinin hemen hemen tüm dallarında önemli bir paya sahip olmaya devam etmektedir. İzmir’in en önemli paya sahip olduğu imalat sanayii dalları gıda ve kimya, onları izleyen dallar da kağıt, tekstil, taş-toprağa dayalı sanayi, ana metal, metal eşya-makine ve ağaç ürünleridir. Manisa’da öne çıkan sektörler, gıda, metal eşya-makine ve taş-toprağa dayalı sanayidir. Büyük sermayeli, yabancı ortaklı yatırımlar da çoğunlukla bu iki ili tercih etmektedir.

Denizli ise tekstil sektörü merkezli olarak sanayileşmektedir. ‘Yeni sanayi odağı’, ‘Anadolu kaplanı’ gibi nitelemelere konu olan Denizli, Türkiye’nin 1980 sonrasında dünya ekonomisi ile eklemlenme biçiminin izlerini en belirgin biçimde taşıyan illerden biridir. Ancak, Denizli kendi içinde kayda değer bir gelişme göstermiş olmakla beraber, ülke ekonomisindeki payı çok büyük değildir. Denizli sanayiinin kanımızca en dikkat çekici taraflarından biri, küçük ve orta boylu firmaların rekabet güçlerini azaltan engelleri aşmak için bir araya gelerek oluşturdukları EGS Holding deneyimidir. Bu bir araya geliş, finansman, pazarlama, ucuz girdi temini, nakliyat gibi konularda önemli kolaylıklar sağlamıştır. Bölgenin içlerinde yer alan Uşak tekstilde, Afyon da taş-toprağa dayalı sanayide sağladıkları küçük artışlarla ‘yeni sanayi odakları’ arasında sayılmaya başlanmıştır. Ancak, Türkiye ekonomisinde önemli bir paya sahip değildirler. Bölgenin imalat sanayii bakımından gelişme göstermeyen illeri Kütahya, Muğla ve Aydın’dır. Ancak, Aydın 1980 öncesinde olduğu gibi günümüzde de tekstil sektöründe kayda değer bir paya sahiptir. Diğer yandan, Muğla ve Aydın, özellikle turizmde sahip oldukları potansiyeli değerlendirerek hizmet sektörleri ağırlıklı bir gelişme göstermişlerdir.
Ege Bölgesi, sağladığı ekonomik gelişme ile nüfus hareketlerini kendine çekmeye devam etmektedir. Bölgede dışarıya net göç veren iller yalnızca Afyon ve Kütahya’dır. Diğer iller, gerek sanayi gerekse turizm başta olmak üzere hizmet sektörlerindeki gelişmeleri ile istihdam paylarını arttırmış, önemli oranda da göç almışlardır.

Ülkenin gelişme gösteren diğer bir bölgesi olan Akdeniz Bölgesi’ni iki alt bölgeye ayırarak incelemek gerekmektedir. Batıda Antalya yine turizm ağırlıklı olmak üzere önemli bir gelişme sağlamıştır. Antalya’nın GSYİH payına bakıldığında artışın ağırlıkla hizmetler sektöründen kaynaklandığı açıkça görülmektedir. Isparta ve Burdur ise gerilemektedir. Antalya artan istihdam olanakları ile en fazla net göç alan illerden biri olurken, Isparta ve Burdur net göç vermektedirler.

İmalat sanayii bakımından asıl önemli olan Doğu Akdeniz Bölgesidir. Özellikle Adana ve İçel 1980 öncesinde de ülkenin önemli bir sanayi bölgesiydiler. 1980 sonrasında Adana ve İçel’in gerek katma değer gerekse istihdam oranları bakımından imalat sanayii içindeki paylarında gerileme görülmektedir. Ancak yine de ülkenin önemli sanayi kentleri olmayı sürdürmektedirler. Adana’nın 1980 öncesinde gıda ve tekstilde sahip olduğu büyük ağırlığı bir ölçüde yitirdiği, İçel’in de benzer biçimde kimya ve tekstildeki payında gerileme olduğu görülmektedir. Bu illerin, ülkenin en büyük holdinglerinden bazılarını çıkardığı, ancak bu holdinglerin 1980 sonrasında İstanbul merkezli yatırım stratejileri izlediği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, Çukurova illerinin, 1980 sonrasında büyük sermaye gruplarının yatırımlarından daha az pay alabildiği, bölgenin daha çok küçük ve orta boy işletmeler ağırlıklı bir gelişme izlemeye başladığı gözlenmektedir. Ancak, bu iki ilin gelişme eğilimini sürdürdüğü, büyük oranda da göç aldığı görülmektedir. Bununla birlikte, bu iki ilin gelişmesi sanayi ağırlıklı olmaktan hizmet sektörleri ağırlıklı olmaya başlamıştır.
Adana ve İçel imalat sanayiinde gerilerken, bu illerin art bölgesi olan Gaziantep ve Kahramanmaraş’ta gelişme görülmektedir. Bu iki ilin gelişme sağladığı en önemli imalat sanayii dalı tekstildir. Aslında biraz daha iç bölgedeki Kayseri ve Malatya da dahil edilirse, Çukurova merkezli bu bölgenin özellikle tekstilde ülkenin önemli sanayi bölgelerinden biri olmaya devam ettiği, ancak gelişmenin kıyıdan içlere taşındığı görülmektedir. Kayseri tekstilde 1980 öncesinde sahip olduğu ağırlığı korumakta, ağaç ürünlerinde de büyük gelişme göstermektedir. Malatya ise, 1980 öncesinde kamu sektörü ağırlıklı olmak üzere gıdada sahip olduğu büyük ağırlığı yitirmekle beraber, bölgenin kayda değer sanayi yatırımlarına sahip illerinden biri durumundadır. Bölgedeki nüfus hareketleri incelendiğinde, Adana ve İçel’in en fazla göç alan iller olduğu, doğal nüfus artış oranları yüksek olan Hatay, Gaziantep ve Kahramanmaraş’ın ise net göç verdiği görülmektedir.

Bu bölgenin imalat sanayii içinde en önemli ağırlığı tekstil sektöründedir. Bölgenin, ülkenin en önemli pamuk üretim alanı olduğu anımsandığında, tekstil sektöründeki önemli konumunu koruması beklenmektedir. Otoyol sayesinde gelişen ulaşım olanakları ve GAP’ın sağladığı tarımsal ürün artışı ile birlikte değerlendirildiğinde, Çukurova ve GAP bölgelerinden Kayseri, Malatya gibi biraz daha iç bölgelerdeki illere uzanan bir ekonomik havzanın oluşmakta olduğu görülmektedir (Ayata, 1999; Sönmez, 1998). Ayrıca, Kuzey Irak’ı ‘istikrar’a kavuşturmaya dönük planların başarıya ulaşması durumunda, K. Irak’ın hızlı trenle Diyarbakır, Adıyaman ve Kahramanmaraş üzerinden İskenderun Limanı’na bağlanması yönünde projeler bulunmaktadır. Bu tür projelerin hayata geçirilebilmesi durumunda, bölgenin komşu ülkelerle ekonomik entegrasyonunun da büyük gelişme göstereceği öngörülebilmektedir.
Güneydoğu illerinin göstergeleri de, GAP’ın tarım hasılasında önemli bir artış sağladığını göstermektedir. Sanayi paylarındaki artışın Gaziantep dışında enerji yatırımlarından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bölgedeki olağanüstü koşulların neden olduğu güvenlik harcamaları ve GAP projesi inşaatlarının da hizmetler sektöründe artışa yol açtığı görülmektedir. Dolayısıyla, bu bölgedeki asıl kalıcı artış tarımdan kaynaklanmaktadır. Nüfus gelişmelerine bakıldığında, bölgenin ülkenin en yüksek doğal nüfus artış oranlarına sahip bölgesi olduğu ve yüksek oranlarda göç verdiği görülmektedir.

Ankara, İç Anadolu’da en önemli merkez olmayı sürdürmektedir. İmalat sanayiindeki payını da artıran Ankara’nın sahip olduğu en önemli imalat sanayii dalları, metal eşya-makine, ağaç ürünleri, kimya; bunları izleyen dallar da gıda, taş-toprağa dayalı sanayi, kağıt-basım ve ana metal sanayiidir. Konya, başta gıda ve ana metal sanayii olmak üzere, taş-toprağa dayalı sanayii ve metal eşya-makine sanayiinde yatırımlara sahiptir. Kayseri ve Eskişehir de bölgenin diğer önemli iki ilidir. Ancak, Eskişehir yüzünü daha çok Marmara Bölgesi’ne dönmüş durumdadır.
İç Anadolu’nun özelliği, büyük sermayenin yatırımlarının Ankara ve Eskişehir’in dışına fazla yayılmaması, sanayinin ağırlıkla KİT ve yerel sermaye temelli oluşudur. 1980 sonrası gelişmede görülen en önemli özellik, Konya, Kayseri, Karaman, Yozgat gibi kentlerin ‘yeşil sermaye’ olarak adlandırılan grupların yatırımlarına ev sahipliği yapmasıdır. Yeşil sermaye oluşumunda, küçük ve orta büyüklükteki sermayenin dinsel ilişkileri kullanarak ‘çok ortaklı’ holdingler biçimine dönüşmesi ve bazı sektörlerde rekabet edebilir konuma gelmesi en fazla dikkat çeken konudur. Öte yandan, yeşil sermaye olarak adlandırılan grupların ‘yerel’ düzeyden ‘bölgesel’ düzeye sıçrama yapması da dikkat çekici bir gelişmedir. Bunlar, çevre illerin KÖY statüsüne alınması gibi faktörlere bağlı olarak yatırımlarını buralara kaydırabilmekte, buralardaki bazı KİT’lerin özelleştirilmesinden de pay almaktadırlar. Bu bölgede, merkezi Konya, Kayseri, G. Antep gibi kentlerde olup da Karaman, Yozgat, K. Maraş gibi çevre illerde yatırımlara sahip şirketlere rastlanmaktadır. Yeni sanayi odakları arasında sayılan Çorum ise en önemli gelişmeyi gıda alanında yapmış olup, ülke ekonomisinde önemli bir yere sahip değildir. İç Anadolu’ya bütün olarak bakıldığında, net göç alan iki il Ankara ve Eskişehir’den ibarettir. Diğer iller az ya da çok net göç vermektedirler.

Karadeniz Bölgesi, imalat sanayiinde KİT ağırlıklı bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla, 1980 sonrasının KİT karşıtı politikalarından en olumsuz etkilenen bölgelerden biridir. KİT’lerin gerilemesi, yerel sermayelerin ise ticaret ağırlıklı bir gelişme göstermesi, bölgenin sanayi bakımından gelişmesini önlemiştir. Bunun sonucunda, istihdam olanakları daralmış, bölgenin illeri önemli oranda net göç vermeye devam etmiştir. KÖY statüsünün yaygınlaşması da sanayileşme yönünde önemli bir etki yapmamıştır. Gelecekte yerel sermayenin öncüleri, daha çok ticaret temelli olup özelleştirmeden pay alan ve devraldığı KİT’leri işletmeyi başaranlar arasından çıkacak gibi görünmektedir.

Doğu Anadolu Bölgesi, 1980 öncesinde olduğu gibi 1980 sonrasında da sanayi bakımından en yoksul bölge olmaya devam etmiştir. Bölgenin en önemli merkezleri olan Elazığ ve Erzurum hizmet sektörleri ağırlıklıdır. Bölgenin sahip olduğu az sayıda sanayi kuruluşu da ağırlıkla KİT’tir. Doğu Anadolu’da, imalat sanayi dışındaki istidam olanakları da büyük ölçüde kamu sektörüyle sınırlıdır.

SONUÇ

Türkiye’de, 1980’le başlayan dönemde, gerek dünya ekonomisi ile eklemlenme biçiminde, gerekse sermayenin iç dengelerinde önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır. Dünya ekonomisi ile eklemlenme biçimi bakımından dışa açılma, ithal ikameci politikalarla sanayileşme çabalarının sona erişi ve uluslararası ekonomik işbölümünde emek ya da hammadde yoğun ürünler ihraç eden bir azgelişmiş ülke olarak yer alma özelliklerinin öne çıktığı görülmektedir. Ancak, bu dönemde, ihracata yönelik sanayileşme stratejisinin ilk aşamalarından öteye geçilememiş, ülke sanayisi ağırlıkla iç pazara dönük olma özelliğini korumuştur. Dış dünya ile eklemlenmedeki bu durum, sermayenin iç dengelerinde tekelci grupların ağırlığını arttırışı ile birleşince, sanayinin coğrafi dağılımındaki eşitsizlikler ve bölgesel dengesizlikler iyice artmıştır.

Sanayinin coğrafi dağılımındaki değişime bakıldığında, ilk olarak, ‘geleneksel sanayi merkezleri’ olarak nitelenen kentlerin önemlerini korumaya devam ettikleri görülmektedir. 1980 sonrasında ortaya çıkan yeni bir gelişme ise, geleneksel sanayi merkezlerinin yakın çevresindeki illerde önemli bir sanayileşme hareketinin başlamış olmasıdır. Diğer yandan, bazı Anadolu kentlerinde de çok sınırlı oranlarda olmakla beraber sanayileşme doğrultusunda bazı küçük adımların atılabildiği görülmektedir. Kanımca, geleneksel sanayi kentlerinin yakın çevresindeki gelişmeleri büyük ve orta ölçekli sermayenin yeni yatırım yeri arayışları ile, ‘yeni sanayi odağı’ olarak nitelendirilen kentleri ise yerel sermayenin düşük katma değerli, küçük-orta ölçekli yatırımları ile açıklamak olanaklı görünmektedir. Ancak, ‘yeni sanayi odağı’ olarak nitelendirilen illerin Türkiye sanayisindeki payının pek büyük olmadığı da, bunların gelişiminin ‘geleneksel sanayi kentleri’ aleyhine olmadığı da unutulmamalıdır. Diğer yandan, bu kentlerde ortaya çıkan sanayileşme eğilimlerine ilişkin olarak geliştirilen “post-Fordizm kuramı” kaynaklı açıklamalara (DPT, 2000) da ihtiyatla yaklaşılmalıdır. Zira, ‘Anadolu kaplanları’ olarak da adlandırılan bu illerde ortaya çıkan ‘esneklik’ biçimi ‘pasif esneklik’ olarak adlandırılan işgücü esnekliği (ucuz emek - ilkel taylorizm) ile sınırlı olurken, bazı gelişmiş ülkelerde var olduğu ileri sürülen türde ‘aktif esneklik’ (nitelikli emek, ileri teknoloji - post-fordizm) örneklerine ülkemizde rastlanamamaktadır (Taymaz, 1995: 707-715; Ayata, 1999:100; Konukman, 1999).

Bu gelişmeler, ülkenin emek piyasasındaki katmanlaşmaya da yeni boyutlar eklemekte, büyük kentler ile Anadolu kentleri arasındaki ücret düzeyleri arasında önemli farklılaşmalar ortaya çıkmaktadır (Köse ve Öncü, 2000). Ancak bu farklılaşmalar, kimi Avrupa ülkelerinde olduğu gibi dirençli bir sendikal hareketten değil, büyük ölçüde metropol kentleri ile küçük kentler arasında emeğin yeniden üretim maliyetlerindeki farklılaşmalardan kaynaklanmaktadır. Anadolu’daki yüksek işsizlik oranları önemli oranda yedek işgücü doğurmakta, yakın mesafedeki kasaba ve köylerde yaşayan, işyerine günlük olarak gidip gelen, yarı-işçi yarı-köylü nitelikte bir işgücü ortaya çıkartmakta, bu da ücretlerin aşağıya çekilebilmesine olanak sağlamaktadır. Kırdan kente göçün sürmesi de ülkedeki emek rezervini sürekli beslemektedir. Ancak, ihracata dönük Anadolu sanayisinin bu ücret düzeylerini bile ‘yüksek’ bulduğu, dış pazarlardaki rekabet gücünü arttırabilmek için ücretlerin daha düşük olduğu komşu ülkelere yatırım yapmayı bile düşünebildiği görülmektedir (Ayata, 1999: 109). Nitekim, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri sonrasında, özellikle tekstil sektöründeki firmaların Bulgaristan, Romanya gibi ülkelere taşınmaya başladığına ilişkin haberler artmaktadır.

1980 sonrasında, kamunun bölgesel gelişme farklarını dengelemede işlevsiz kalmasıyla birlikte, bölgesel dengesizlikleri azaltabilecek en temel politika araçlarının ortadan kalktığı görülmektedir. Bu dönemde, devletin imalat sanayiinden çekilmeye başlamasıyla birlikte ekonomik gelişmeyi sürüklemesi beklenen büyük sermaye, yatırımlarını belli bölgelerde yoğunlaştırmaya devam ederken, yerel sermayenin atılım yapabildiği yerler çok sınırlı kalmıştır. Bunun sonucunda, 1980 sonrasında sınırlı sayıda gelişen il ve bölgeye karşılık ülkenin büyük bölümü gerileme sürecine girmiştir. Türkiye ekonomisinde son yirmibeş yılda egemen olan neoliberal politikalar, pek çok Anadolu kentini gerileyen bölgeler içine sokmaktadır. Bu durum, ‘taşranın altın çağının’ geride kaldığını düşündürmektedir. Nitekim, nüfus ve göç verileri, 1950-80 arasındaki hızlı kentleşme döneminde bile nüfusunu arttıran taşra ve kırsalda, 1980 sonrasında reel nüfus azalışı yaşanmaya başladığını göstermektedir. Bunun bir başka göstergesi, toplam göçler içinde ‘kentten kente göç’ün, ‘kırdan kente göç’ün üzerine çıkışıdır. ‘Kentten kente göç’ olarak adlandırılan sürecin altında, gerileyen bölgelerdeki kentlerin gelişen bölgelerdeki kentlere göç vermesi yatmaktadır. Tarımın gerileyişi de hesaba katıldığında, gerileyen bölgelerde yer alan kent ve kasabalarda yer alan hizmet sektörlerinin ve küçük sanayinin yerel pazarın küçülmesine dayalı olarak önemli bir daralma yaşadığı görülmektedir.

1980 sonrasında neoliberal politikaların egemen oluşuna parelel olarak bölgesel eşitsizliklerin artışının iktidar bloku içi çelişkileri de tırmandırdığı gözlenmektedir. Bu gelişmeler karşısında iki tür reaksiyon ortaya çıkmaktadır. İlk olarak, ekonomik olarak gerileyen bölgelerde ‘merkez dışı’ siyasal akımlara yönelik ilginin artışı dikkat çekmektedir. Nitekim, ‘merkez siyasetin çöküşü’ ve ‘merkez dışı akımların güçlenmesi’nin de bölgesel politikalardan duyulan hoşnutsuzluklarla doğrudan ilişkisi bulunmaktadır. Daha baskın olan diğer eğilim ise, taşra sermayesinin yereldeki yatırım, istihdam ve tüketim talebini arttıracak arayışlara girişmesi olmaktadır. Yerel düzeyde etkili olan ve taşra siyasetini de kontrol altında tutan taşra sermayesi, kent ekonomisini geliştirici arayışlar içine girmekte, bu doğrultuda ‘savunma ve uyum mekanizmaları’ geliştirmektedir. Bunlar, kendi birikimleri ile sanayileşme şansına sahip olmadıklarından, büyük sermayeyi kentlerine çekebilme çabasına girmekte, bunun için de en uygun yatırım koşullarını (karşılıksız kamu arazisi tahsisi, teşvikler vs.) sağlamaya çalışmaktadır. KÖY statüsüne alınma, OSB ve serbest bölge kurulması yönündeki yerel talepleri bu çerçevede ele almak mümkündür. Ancak geri kalmış bölgelere kurulan ve sayıları hızla artan OSB ve serbest bölgelerin bu illeri sanayileştirmek yönündeki etkisi çok sınırlı kalmaktadır. KÖY politikasının da sanayinin coğrafi dağılımını yönlendirmesinden çok, sermaye kesiminin teşvik sistemini yönlendirdiği görülmektedir. Dolayısıyla, teşvikli yatırımların büyük bölümü yine gelişmiş bölgelere yapılmakta, KÖY politikası da bölgesel dengelerin sağlanmasında başarılı olamamaktadır (Sönmez, 1998). Diğer yandan, imalat sanayiinden çekilen devlet üzerinde de taşra siyaseti aracılığı ile etkide bulunup üniversite, fakülte, yüksek okul, yatılı okul, askeri birlik vb. açılması, il-ilçe-belde kurulması yolu ile yereldeki alım gücünü ve tüketimi büyütecek arayışlar içine girilmektedir. Türkiye’de kamu hizmetlerinin büyük bölümünün il, ilçe ya da belde düzeyinde sunulması ve mevcut yönetsel statüden daha yüksek bir statüye geçişin yerleşim merkezine yeni kamu hizmetleri/ kurumları/ harcamaları/ istihdamı getirmek gibi bir sonucunun olması, bu arayışların artışına yol açmaktadır. Hükümetlerin de taşranın siyasi desteğini korumak için bu tür taleplere karşı tavizkar davrandığı görülmektedir.

Ancak, bu tür çabalar bölgesel eşitsizliklerin artışını durdurmaya yetmemekte, toplumsal eşitsizliklerin yeniden üretiminin önemli mekanizmalarından biri olarak işlev gören ‘bölgesel eşitsizlikler’ önemli bir siyasal sorun olarak önemini hissettirmektedir. Dolayısıyla, bölgesel eşitsizliklerin giderilmesine dönük politika arayışlarında bulunulması günümüzde daha da önemli bir gereksinim haline gelmektedir. Ancak, halihazırda egemenliğini sürdüren neoliberal kentsel ve bölgesel gelişme stratejileri, merkezi devletin dengeli bir gelişmenin sağlanması amacı doğrultusunda işlevler üstlenmesini gündemden çıkartmaktadır. Bu yaklaşıma göre, kentsel-bölgesel gelişme yerel inisiyatiflere dayanmalı ve merkezi devlet ancak ‘katalizör’ - ‘düzenleyici’ işlevi görebilmelidir. Merkezi devletin dengeli bir gelişmenin sağlanması için görevler üstlenmesini dışlayan bu yaklaşımın egemenliğini sürdürmesi karşısında, bölgesel dengesizliklerin artışının süreceği ve bölgesel eşitsizliklerden kaynaklanan toplumsal ve siyasal sorunların da ağırlığını duyurmaya devam edeceği açıkça görülebilmektedir.

NOTLAR

* Bu makale, 2000-2001 yıllarında TODAİE-YYAEM’de Prof. Dr. Birgül Ayman Güler yönetiminde gerçekleştirilen “Yerel Yönetim Modeli” başlıklı araştırma projesi çerçevesinde yürüttüğüm çalışmalara dayanmaktadır. Bu çalışmada ileri sürülen görüşlerin oluşumunda araştırma grubunda yapılan tartışmaların önemli katkısı bulunuyor. Başta hocam Birgül Ayman Güler olmak üzere Gökhan Günaydın, Kübra Cihangir Çamur, Sonay Bayramoğlu ve Tayfun Çınar’a teşekkür ediyorum.
1. Konuyla ilgili olarak bkz. Tekeli (1988), Ersoy (2001), Hopkins ve Wallerstein (2000).
2. Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın verilerine göre, Türkiye’de en çok ihracat yapan iller, sırasıyla, İstanbul, Bursa, İzmir, Ankara, Kocaeli ve Sakarya’dır. Bunların ardından da Gaziantep, Denizli ve Adana gelmektedir (Milliyet, 21.8.2005).

Hiç yorum yok: