3 Şubat 2011 Perşembe

FARUK ATAAY












Prof. Dr. Faruk Ataay, siyaset bilimci, yazar. Ataay 1971’de Karabük’te doğdu. İzmir Fen Lisesi ve Ankara Üniversitesi (AÜ), Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF), Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdikten sonra bir süre Cumhuriyet gazetesinde ekonomi muhabiri olarak çalıştı. Daha sonra üniversiteye geçerek, yüksek lisans ve doktora derecesini AÜ SBF Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Anabilim Dalı’ndan aldı. Halen Akdeniz Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.



İLETİŞİM

ADRES: Akdeniz Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü, Kampüs/Antalya

TEL: (242) 310 18 44 - 310 18 86

FAX: (242) 310 19 32

E-MAİL: fataay@akdeniz.edu.tr, fataay@yahoo.com


ÖĞRENİM DURUMU

Lise : İzmir Fen Lisesi

Lisans: Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü

Yüksek Lisans: Ankara Üniversitesi, SBF, Siyaset Bilimi Programı

Yüksek Lisans Tezi: Türkiye’de Devletin Yeniden Yapılandırılması ve Özelleştirme: Elektrik Enerjisi Sektörü Örneği (1999)

Doktora: Ankara Üniversitesi, SBF, Siyaset Bilimi Programı

Doktora Tezi: Kriz Kıskacında CHP Hükümeti (1978-79) (2005)

Doçentlik Ünvanı: Üniversiteler Arası Kurulu (ÜAK), Temel Alanı: Sosyal, Beşeri ve İdari Bilimler, Bilim Alanı: Siyasal Hayat ve Kurumlar (Nisan 2010)

Doçentlik Kadrosu: Akdeniz Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı (Ekim 2010)

Profesörlük Kadrosu: Akdeniz Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı (Ağustos 2016)



KİTAPLAR


Ataay, Faruk, 12 Mart’tan 12 Eylül’e Kriz Kıskacında Türk Siyaseti ve CHP, Deki Yayınevi, Ankara, 2007.

Ataay, Faruk, Neoliberalizm ve Devletin Yeniden Yapılandırılması: Türkiye’de Kamu Reformu Üzerine İncelemeler, 2. Baskı, De ki Yayınevi, Ankara, 2007.

• Ataay, Faruk, Neoliberalizm ve Muhafazakar Demokrasi, De Ki Yayınevi, Ankara, 2008.

BROŞÜRLER

• Ataay, Faruk, Elektrik Enerjisi Hizmetinin Tarihsel Gelişimi ve Özelleştirme Politikaları, Tes-İş Sendikası Yayını, Ankara, 2003.

Ataay, Faruk, Kamu Hastane Birlikleri Tasarısı Üzerine Değerlendirme, Türk Tabipleri Birliği Yayını, Ankara, 2007..


ULUSLARARASI İNDEKSLERDE TARANAN HAKEMLİ DERGİDE YAYIMLANAN MAKALELER

Ataay, Faruk, “Sağlık Reformu ve Yurttaşlık Hakları”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 41, sayı: 3, 2008. (SSCI, EGPA, IIAS)

Ataay, Faruk ve Ceren Kalfa, “Modern Prens’ten Post-modern Prense: Gramsci’nin Siyasal Parti Kuramı Üzerine”, Akdeniz Üniversitesi İİBF Dergisi, sayı: 15, 2008. (EBSCO, IBSS)

Kalfa, Ceren ve Faruk Ataay, “Yönetişim: Devlet-Toplum İlişkilerinde Yeni Bir Aşama”, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 3, Sayfa: 229-240, 2008. (EBSCO)

• Ataay, Faruk: “AB Bölgesel Gelişme Programları ve Kalkınma Ajansları”, Sivil Toplum, Sayı: 11, 2005. (CSA World Wide Political Science Abstract, Sociological Abstract, Sociological Information)
• Ataay, Faruk ve Ceren Kalfa, "Küreselleşme, Neoliberalizm ve Demokrasi", Alternatif Politika, Cilt: 4, Sayı: 3, Sayfa: 304-317.


ULUSAL HAKEMLİ DERGİDE YAYIMLANAN MAKALELER

Ataay, Faruk, “Enerji Sektöründe Özelleştirme: Rekabetçi Bir Piyasada Yönetişim mi?”, Praksis, Sayı: 9, 2003.

• Ataay, Faruk, “Tarihsel Süreçte Azgelişmişlik ve Demokrasi”, Praksis, Sayı: 10, 2003.

Ataay, Faruk ve Atilla Güney, “Yerelleşme ve Kalkınma Sorunu: Kamu Yönetimi Reformu Üzerine Değerlendirme”, Mülkiye, Sayı: 243, 2004.

• Ataay, Faruk, “Yerel Devletin Krizi ve Yerelleşme Projesi Üzerine Bir Tartışma”, Praksis, Sayı: 12, 2004.

• Ataay, Faruk, “Yönetişim ve Sivil Toplum Tartışmaları Üzerine”, Memleket: Siyaset-Yönetim, Sayı: 1, 2006.

• Ataay, Faruk, “AKP, Neoliberalizm, Demokrasi”, İktisat, Sayı:491, 2007.

Ataay, Faruk ve Ergül Acar, “Devletin Yeniden Yapılandırılması ve Yerelleşme”, İktisat, Sayı: 500, 2008.

• Ataay, Faruk, “İkinci Kuşak Yapısal Reformlarda Program Arayışları”, Memleket: Siyaset-Yönetim, Sayı: 6, 2008.

Kalfa, Ceren ve Faruk Ataay, “Küresel Toplumsal Hareketler”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 16, 2008.

EDİTÖRYAL KİTAPTA YAYIMLANAN MAKALELER

• Ataay, Faruk, “Türkiye’de Kentsel ve Bölgesel Gelişme Dinamikleri (1923-2000)”, Editör: Muharrem Güneş, Küreselleşme Kıskacında Kent ve Politika içinde, s. 5-62, Ankara: Detay Yayınları, 2004.

Ataay, Faruk, “Bölge Kalkınma Ajansları Tasarımının ‘Kalkınma’ Anlayışı Üzerine”, Editör: Menaf Turan, Bölge Kalkınma Ajansları Nedir? Ne Değildir? içinde, s. 15-33, Ankara: Paragraf Yayınları, 2005.

• Ataay, Faruk, “Neoliberalizm, Kamu Reformu, Demokrasi”, Editör: Şinasi Aksoy ve Yılmaz Üstüner, Kamu Yönetimi: Kuram ve Uygulama içinde, Ankara: Nobel Yayıncılık, 2007.

Ataay, Faruk, “Kamu Yönetimi Reformu ve Kamu Hizmetlerinin Metalaştırılması”, Neoliberalizm ve Devletin Yeniden Yapılandırılması içinde, Ankara: De ki Yayınevi, 2007, sayfa: 29-72.

• Ataay, Faruk “Muhafazakar Demokrasi Projesi ve Yeni Anayasa Tartışmaları”, Neoliberalizm ve Muhafazakar Demokrasi içinde, Ankara: De ki Yayınevi, sayfa: 97-116.

• Ataay, Faruk ve Ceren Kalfa, “Neoliberalizmin Krizi ve AKP’nin Yükselişi”, Editör: Nergis Mütevellioğlu ve Sinan Sönmez, Küreselleşme, Kriz ve Türkiye’de Neoliberal Dönüşüm içinde, s. 309-333, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009.

• Ataay, Faruk ve Ergül Acar, “Neoliberal Reformlar ve Toplumsal Muhalefet”, Editör: Mustafa Kemal Coşkun, Yapı, Pratik, Özne içinde, s. 157-172, Ankara: Dipnot Yayınevi, 2009.


MESLEKİ-TEKNİK DERGİLERDE YAYIMLANAN MAKALELER

• Ataay, Faruk, “Anayasa Mahkemesi’nin Özelleştirme Konusundaki Tutumu”, Elektrik Mühendisliği Dergisi (EMO Yayını), Sayı: 405, sayfa: 10-16, 1999.

• Ataay, Faruk, “Enerjide Özelleştirme Politikaları”, Tes-İş Dergisi, Sayı: 3, 2001.

• Ataay, Faruk, “Enerji Özelleştirmeleri, Medya ve Siyaset”, Tes-İş Dergisi, Sayı: 5, 2002.

• Ataay, Faruk, “Enerji Sektöründe Yönetimin Yeniden Yapılandırılması”, Tes-İş Dergisi, Sayı: 6, 2002.

Ataay, Faruk, “Doğal Tekellerde Özelleştirme Sorunu”, Kamu Yönetimi Dünyası (KAYUD Yayını), Sayı: 16, 2003.

• Ataay, Faruk, “Enerjide Liberalizasyon ve GATS”, Ölçü (TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu Yayını), Haziran–2004, Sayfa: 65-70.

• Ataay, Faruk, “Kamu Yönetimi Reformu Üzerine Değerlendirme”, CHP Yerel Yönetimler Dergisi (CHP Yayını), Sayı: 9, 2004.

• Ataay, Faruk, “Kamu Reformu ve Demokratikleşme”, Kamu Yönetimi Dünyası (KAYUD Yayını), Ocak-Mart 2005.

Ataay, Faruk, “Kamu Hizmetlerinin Metalaştırılması ve Sağlıktaki Yansımaları”, Toplum ve Hekim (TTB Yayını), Cilt: 20, Sayı: 1, 2005.

Ataay, Faruk, “Neoliberalizm ve Kamu Hizmetinin Sonu”, Tıp Dünyası (TTB Yayını), Sayı: 142, Nisan 2006.

• Ataay, Faruk, “Kalkınma Ajansları Kalkınmayı Sağlayabilir mi?”, Memleket Mevzuat (YAYED Yayını), Şubat 2006, Sayı: 8, Sayfa: 36-38.

• Ataay, Faruk, “Kamu Hastane Birlikleri Tasarısı: Yerelleştirme, Özelleştirme ve Yönetişim”, Memleket Mevzuat (YAYED Yayını), Mart-Nisan 2007, Sayı: 21, Sayfa: 26-31.

Ataay, Faruk, “Enerji Özelleştirmelerinde ‘Özel Hukuk Sözleşmesi’ Kullanılması Sorunu”, EMO Enerji (EMO Yayını), Sayı: 2, Sayfa: 100-105, 2007.

- Ataay, Faruk, "Devlet Hastaneleri İçin Yeni Bir Model: Kamu Hastane Birlikleri", Sağlık-Sen Dergisi, Eylül, 2011, s. 18-27.

BİLDİRİ KİTABINDA YAYIMLANMIŞ SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ

• Ataay, Faruk, “Yerel ve Bölgesel Kalkınma Anlayışında Değişim”, Antakya Kent Kurultayı Bildiriler Kitabı, Antakya: İnşaat Mühendisleri Odası Yayını, s. 247-254, 2004.

Ataay, Faruk, “Bölge Kalkınma Ajansı ve Kalkınma”, Kamu Yönetimi Reformu, Çevre ve BKA Sempozyumu (bildiriler kitabı), Ankara: Çevre Mühendisleri Odası Yayını, s. 49-53, 2005.

• Ataay, Faruk, “Yerel Yönetim Reformu ve Hizmetlerin Özelleştirilmesi”, Yerel Yönetimlerde Dönüşüm Sempozyumu (bildiriler kitabı), Ankara: TMMOB Yayını, s. 373-380, 2007.

• Ataay, Faruk ve Ceren Kalfa, “Küreselleşme ve Neoliberal Demokrasi Modeli”, Küreselleşme, Demokratikleşme ve Türkiye Uluslararası Sempozyumu Bildiri Kitabı, Antalya: Akdeniz Üniversitesi, İİBF Yayını, s. 338-345, 2008.

KONGRE VE SEMPOZYUMLARA SUNULAN DİĞER BİLDİRİLER

• Ataay, Faruk (2003), “Kamu Yönetimi Reformu Üzerine Bir Değerlendirme”, VIII. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’ne sunulan bildiri, TSBD-Ankara-ODTÜ.

• Ataay, Faruk, “Neoliberalizm, Kamu Reformu ve Demokratikleşme”, III. Kamu Yönetimi Forumu’na sunulan bildiri, ODTÜ – Ankara, 17-18 Kasım 2005.

• Ataay, Faruk, “Kamu Yönetimi Reformu ve Demokratikleşme Sorunu”, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya’yı Anma Sempozyumu’na sunulan bildiri, Aybay Vakfı - İstanbul, 29 Ocak 2006.

• Ataay, Faruk, “Kamu Yönetimi Reformu ve Devletin Yeniden Yapılandırılması”, Halk Sağlıkçıları Sosyal Güvenlik Reformunu Tartışıyor Sempozyumu’na sunulan bildiri, Türk Tabipleri Birliği - Ankara, 11 Mart 2006.

• Ataay, Faruk, “Sağlık ve Sosyal Güvenlik Reformu’nun Toplumsal Sonuçları”, Sosyal Güvenlik Reformunun Sonuçları konulu panele sunulan bildiri, Denizli Tabip Odası, 16 Mart 2006.

• Ataay, Faruk, “Türkiye’de Devletin Yeniden Yapılandırılması”, Kocaeli Tabip Odası Bahar Okulu, Sapanca, 14-15 Nisan 2007.

• Ataay, Faruk, “Kamu Hizmetlerinin Metalaştırılması”, İzmir Tabip Odası Güz Okulu, Özdere, 3-6 Ekim 2007.

• Ataay, Faruk, “Sağlıkta Dönüşüm Programı ve Dünya Bankası”, V. Kamu Yönetimi Forumu, Kocaeli Üniversitesi, 18-20 Ekim 2007.

• Ataay Faruk, “Türkiye’de Devlet ve Ekonomi Yeniden Yapılandırılırken”, İstanbul Tabip Odası Kış Okulu, Yalova, 19-20 Ocak 2007.

• Ataay, Faruk, “Türkiye’de İkinci Kuşak Yapısal Reformlar”, TSBD 10. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi, ODTÜ, 29-30. 11. 2007.

• Ataay, Faruk, “Kamu Yönetimi Reformu Üzerine”, ZMO Denizli Şubesi, 16 Ekim 2009.

• Ataay, Faruk, “Bölge Kalkınma Ajansları Üzerine”, ADD Antalya Şubesi, 24 Ekim 2009.

Ataay, Faruk, “Tarihten Günümüze CHP”, ÖDP Antalya İl Başkanlığı, 26 Ocak 2011.


HAKEMLİ DERGİDE EDİTÖRLÜK VE YAYIN KURULU ÜYELİĞİ

Praksis, Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 1-12 (2000-2005)

Toplum ve Hekim, Türk Tabipleri Birliği Yayını, Cilt: 20, Sayı: 1 (2005) (Ata Soyer'le birlikte)

Memleket: Siyaset-Yönetim, Hakemli Kuramsal Dergi, (2006-2011)

Akdeniz İİBF Dergisi, Sayı: 17, 18, 19, 20. (2009-2010) (Janset Özen Aytemur'la birlkte)


ARAŞTIRMA PROJELERİ

TODAİE-YYAEM tarafından Devlet Planlama Teşkilatı için hazırlanan ve Prof. Dr. Birgül Ayman Güler tarafından yönetilen “Yerel Yönetimlerin Güçlendirilmesi” başlıklı araştırma projesinde “araştırmacı” olarak görev yapılmıştır. (2000-2001)
(http://www.yerelnet.org.tr/yyaem/yeryon.php).

ÖDÜLLER

Aybay Vakfı’nca düzenlenen Tarık Zafer Tunaya Hukuk Araştırmaları Yarışması’nda 1996 yılı birincilik ödülü.


VERDİĞİ DERSLER

LİSANS

· Siyaset Bilimine Giriş
· Siyasi Düşünceler Tarihi 1-2
· Siyaset Sosyolojisi
· Sosyal Teori
· Çağdaş Devlet Sistemleri
· Devlet Kuramları
· Demokrasi Kuramları
· Kamu Politikası Analizi
· Türkiye’nin Toplumsal Yapısı

YÜKSEK LİSANS

· Siyaset Biliminde Çağdaş Yaklaşımlar
· Türkiye’nin Sosyo-Ekonomik Yapısı ve Siyaset
· Araştırma Yöntemleri

DOKTORA

· Türkiye’de Demokrasinin Gelişimi ve Sorunları


İDARİ GÖREVLER

· Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı Başkanlığı, Şubat 2009-.... (devam ediyor)

· Kamu Yönetimi Bölüm Başkan Yardımcılığı, Mart 2009-.... (devam ediyor)

· Fakülte Kurulu Üyeliği (Yrd. Doç. Temsilcisi), Ocak 2010 – Mayıs 2010

· Fakülte Yönetim Kurulu Üyeliği (Yrd. Doç. Temsilcisi), Ocak 2010 – Mayıs 2010

· Akdeniz Üniversitesi İİBF Dergisi Editörlüğü, 2009-2010

· Bilimsel Araştırma Projeleri Uzmanlık Grubu Üyeliği (Eylül 2008 – Nisan 2010)

. Muayene-Kabul Komisyonu Üyeliği/Başkanlığı (Nisan-Ekim 2011)


GÖREV YERLERİ

1998-1999: Arş. Grv., Mustafa Kemal Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü.

2000-2005: Arş. Grv., Ankara Üniversitesi, SBE, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Anabilim Dalı.

2006-2007: Arş. Grv. Dr., Mustafa Kemal Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü.

2008-2010: Yrd. Doç. Dr., Akdeniz Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü.

2010-...... : Doç. Dr., Akdeniz Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü.

Birgün gazetesiyle röportaj


http://www.arayis.org/2010/12/kilicdaroglu-gucunu-apolitikliginden-aliyor/



Doç Dr. Faruk Ataay:
“Kılıçdaroğlu asıl gücünü apolitikliğinden alıyor”



SELAMİ İNCE – BİRGÜN – 18. 12. 2010

CHP Kongresi’nde Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, adeta partiye el koydu ve CHP yönetimi tamamen Kılıçdaroğlu’nun istediği gibi oluştu. Peki, Kemal Kılıçdaroğlu hangi politikaları savunuyor? Baykal’dan hatta Bülent Ecevit’ten farkı ne? CHP ne kadar solda ne kadar sağda? Herkesin tartıştığı ve farklı farklı cevaplar verdiği bütün bu soruları, Akdeniz Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç Dr. Faruk Ataay ile konuştuk.

Birgün: Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’ye genel başkan olmasıyla birlikte CHP’de ne değişti? CHP’nin sola kaydığı söylenebilir mi?

Ataay: Öncelikle şunu söyleyebiliriz ki, Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa gelişi, parti içi ideolojik hiziplerin mücadelesinin ürünü olarak gerçekleşmedi. Kılıçdaroğlu belirli bir ideolojik eğilimi temsil eden bir isim olarak gündeme gelmedi. Hatta, tam tersini söylemek de mümkün. Kılıçdaroğlu’nun popülaritesi, daha apolitik bir popülarite. Şöyle ki, neoliberal reçeteler tartışılmaz bir dogma haline getirilirken, egemen ideoloji, kitlelerin ekonomik ve sosyal sorunlarını hep yolsuzluklarla açıkladı yıllarca… Bu yolsuzluk retoriği, politika tercihlerinin, kalkınma ve bölüşüm sorunlarının depolitize edilmesine hizmet etti. Neoliberal politikaların gelir dağılımında yarattığı adaletsizliklerin, toplumsal sorunların en temel kaynağı olduğu gerçeği dikkatlerden kaçırılmaya çalışıldı hep. Dolayısıyla, ülkenin temel siyasal sorunu, yolsuzluklara bulaşmamış, dürüst bir lider bulma sorununa indirgendi. Kılıçdaroğlu, eski bir müfettiş olarak, üzerine gittiği yolsuzluk dosyaları ile tam da bu aranan lider profiline uygun bir isim olarak gündeme getirildi.

Birgün: Buna rağmen Kılıçdaroğlu’yla birlikte CHP’nin sola kaydığı izlenimi var. Bunu nasıl açıklayabiliriz?

Ataay: Bu izlenimin doğmasının en temel nedenlerinden biri herhalde Kılıçdaroğlu’nun, laiklik ve rejim sorunları yerine ekonomik sorunları, yoksulluk, işsizlik vb. sorunları daha çok vurgulaması. Gerçekten de, Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olmasından sonra CHP’nin siyasal söyleminde bir değişim var.

Birgün: Bazıları bunu Baykal çizgisinden Ecevit çizgisine geçiş olarak görüyor. Bu izlenim doğru mu? Ya da daha genel olarak sorarsak CHP nasıl bir sol çizgiye sahip, sol sayılabilir mi?

Ataay: CHP’nin sol bir parti olup olmadığı sorusunun cevabı, solun nasıl tanımlandığına göre değişecektir. Eğer, solu siyaset teorisindeki anlamlarıyla “sosyalist” ya da “sosyal demokrat” olarak tanımlarsanız, CHP tarihi boyunca kesinlikle sol bir parti olmamıştır. Ama, solu azgelişmiş ülke koşullarında daha gevşek bir biçimde tanımlarsanız, CHP’nin 1965 sonrasında sol-popülist bir çizgiye geldiğini söyleyebiliriz. Ama, diğer taraftan, tarihi boyunca CHP içinde farklı eğilimlerin bir arada bulunduğu da bir gerçek. Resmi ideolojiyi temsil eden “sağ Kemalist” çizgi, Yön dergisinin etkisiyle gelişen “sol Kemalist” çizgi, CHP’nin Avrupa ülkelerindekine benzer bir sosyal demokrat partiye dönüşmesini savunanlar, sosyalist çizgiye daha yakın olmalarına rağmen TİP’in parçalanmasıyla birlikte 1970’lerin çatışma ortamında umudunu Ecevit’e bağlayanlar, diğer sosyalist-devrimci gruplara sempatiyle bakanlar ve hatta Türkiye koşullarında kendini çeşitli nedenlerle solcu sayan liberalleri de bunlara ekleyebiliriz.

Ama, içerdiği grupların niyet ve amaçlarından bağımsız olarak, partinin izlediği genel çizgiye baktığımızda, CHP’nin sol-popülist bir parti olduğunu söyleyebiliriz. Aslında, CHP, 1970’lerde, Ecevit’in radikal bir retorik kullanması nedeniyle, olduğundan daha solda ve daha radikal bir parti olduğu izlenimi doğurmuştu. Üstelik, o dönemde sağ partiler de, CHP’yi gizli komünist niyetler taşımakla suçladılar. Ama, gerçekte, CHP bırakın komünizmi-sosyalizmi, sosyal demokrat bile sayılamazdı. Üstelik, Ecevit, sosyal demokrasiyle arasına çizgi çekmek istediği için bilinçli olarak partinin ideolojisini “demokratik sol” olarak tanımladı. O dönemde DİSK yönetimini de ele geçirmesine rağmen, sendikalarla organik ilişki içinde bir sosyal demokrat parti olmayı istemedi. Zaten sosyal demokrat bir program da benimsemedi. Daha çok, yeni kentleşen alt sınıfların, işçi mahallelerinin, gecekonduların desteğini almak için onların beklentilerine yönelik vaadler ve sloganlar üretmekle yetindi. Ama, Ecevit’in çizgisini asıl ortaya koyan, “halk sektörü”, “kooperatifçilik”, “köy-kentler”, “ulusal sanayi” gibi daha çok küçük burjuva kesimlerin, KOBİ’lerin beklentilerine cevap veren projelerdi.

Birgün: Peki, 1970’lerin Ecevit’i ile 1990’ların Ecevit’i aynı çizgiyi koruyor muydu? Kılıçdaroğlu hangisine daha yakın?

Ataay: Ecevit, 1979’da hükümetten düşerken sosyalist-devrimci solla arası iyice bozulmuştu. Bunun nedeni, 1970’lerde kısmen işbirliği yapan bu iki tarafın da büyük hayal kırıklığı yaşamış olmasıydı. Sosyalist-devrimci sol, Ecevit’in 1978-79 iktidarı döneminde vaadlerini yerine getirmemesinden dolayı hayal kırıklığına uğramıştı. Ecevit ise, sosyalist-devrimci solu kontrol etmeyi başaramaması nedeniyle tehlikeli bulmaya başlamıştı. Nitekim, 1980 sonrasında DSP’yi kurarken, “Halkçı Ecevit” imajını korumaya özen gösterse de, partiyi merkeze konumlandırmayı tercih etti. Dine ve dinsel cemaatlere karşı hoşgörüsünü arttırdı. Aslında, Ecevit, 1970’lerde de, dini, gericiliğin en önemli kaynağı olarak gören geleneksel pozitivist yaklaşımından farklı bir çizgi ortaya koymuştu. Dini inançlara değil, dinin kötüye kullanılmasına, siyasete ve ticarete alet edilmesine karşı olduğunu söylüyordu. Bunu, “inançlara saygılı laiklik” olarak adlandırıyordu. Aynı zamanda, Kürt sorunu konusunda da daha milliyetçi bir konuma geldi. Aslında, 1970’lerde de milliyetçiydi ama daha çok anti-emperyalist bir milliyetçiliği öne çıkarmıştı. 1980 sonrasında bu anti-emperyalist retorik de geriledi.

Kılıçdaroğlu’na dönecek olursak, aslında biraz 1970’lerin Ecevit’ini örnek alıyor gibi duruyor. Ama o kadar radikal sloganlar kullanma eğiliminde değil. Daha çok, AKP’nin alt sınıflardan, işçi mahallelerinden, gecekondulardan büyük destek aldığını görerek, CHP’nin iktidar olabilmesi için 1970’lerde olduğu gibi bu oylardan daha büyük pay alması gerektiğinin bilinciyle hareket ediyor. Ecevit’in Kılıçdaroğlu’na verdiği en büyük ilham herhalde bu. Kılıçdaroğlu’nun rotayı emekçi sınıflara çevirmesi, onların beklentilerine seslenmeyi tercih etmesi, aslında Baykal’dan önemli oranda farklılaşmasına yol açtı.

Birgün: Peki, Baykal çizgisi ile Ecevit çizgisi arasında nasıl bir fark var?

Ataay: Baykal, CHP’ye genel başkan olmasından bu yana, aslında, ekonomik ve sosyal politikalar anlamında, neoliberalizmle ve küreselleşmeyle daha uyumlu bir çizgiyi temsil etti. Blair’in “üçüncü yol” çizgisine daha yakın durdu. Siyasal sorunlar konusunda ise, “sağ Kemalizm” olarak adlandırılan resmi ideolojiye dayalı bir hat izledi. CHP’yi sosyal demokrat çizgiden iyice uzaklaştırdı. Görebildiğim kadarıyla, Baykal’ın iktidara ulaşmak için izlediği strateji, temelde, toplumun iyice sağa kaydığı varsayımına dayanarak, partiyi sağa kaydırmak oldu. Ama bu hat değişikliği, CHP’nin çalışan sınıflardan uzaklaşmasına yol açtı. Gerçekten de, bu, bilinçli bir tercih oldu Baykal için. Baykal, belki biraz Türkiye’nin azgelişmişlikten kaynaklı toplumsal yapısının işçi sınıfının marjinal kalmasına yol açtığı ve sosyal demokrasiye uygun olmadığı düşüncesiyle, biraz da küreselleşen dünyada sosyal demokrat reçetelerin uygulanma imkanının kalmadığı düşüncesiyle, emekçi sınıflardan uzaklaştı. Ancak, yaptığı bu hat değişikliği orta sınıfların desteğini kazanmasına yetmedi. Nitekim, 1995 ve 1999’da önemli seçim yenilgileri yaşadı. Buna rağmen, 2002 seçiminde ANAP, DYP ve DSP’nin çökmesinin kendi çizgisi için bir fırsat doğurduğunu düşünerek izlediği politikalarda ısrarcı oldu. Merkez sağa yaklaşan AKP’yi marjinalize ederek, merkez sağa oy veren orta sınıf oylarını çekebileceğini zannetti. AKP’ye muhalefetini, rejimin korunması çabasına dayalı sağ-Kemalist çizgiye sıkıştırmasının, CHP’yi tamamen statükocu bir parti konumuna getirmesinin gerisinde bu düşünceler etkili oldu sanıyorum. 2001 krizi sonrasında 2002 seçimi konjonktüründe, ekonomi politikaları konusunda da, Kemal Derviş’i de yanına alarak, neoliberal politikaları ve IMF’yi eleştirmeyen, alternatif politika arayışı içinde olmayan bir görünüm sergiledi. Bu çizginin, krizde ezilen çalışan sınıflar nezdinde bir çekim gücüne sahip olmadığı görüldü.

Baykal 2002 seçimlerinden sonra ana muhalefet lideri olarak konumunu sağlamlaştırdı belki ama, iktidar alternatifi olamadı. Aslında buna da bir açıklaması vardı. Seçimi kazanıp iktidar olmayı konjonktüre bırakmıştı tamamen. Konjonktürün elverişli olması, AKP’nin ekonomiyi yönetemeyip krize yol açması durumunda, Kıbrıs sorununda, Ermenistan ve azınlıklar sorununda, Kürt sorununda açılım yapması durumunda yükselebilecek tepkilerin rüzgarını arkasına alarak seçim kazanmayı umuyordu. Ama, konjonktür ona yardımcı olmadı.

Özetle, Ecevit çizgisi alt sınıfların desteğini kazanmaya çalışan bir merkez partisi profili çizerken, Baykal çizgisi orta sınıflara dayanan daha statükocu bir merkez partisi profili çizdi.

Birgün: Peki, Kılıçdaroğlu, nasıl bir çizgi izliyor?

Ataay: Kılıçdaroğlu’nun bugüne kadar izlediğimiz altı aylık çizgisi, Baykal çizgisini terk etme doğrultusunda arayışlara girildiğini gösteriyor. Ama, henüz Kılıçdaroğlu’nun çizgisi net bir biçimde şekillenmiş değil. Zaten, partide liderliğini sağlamlaştırıp sağlamlaştıramayacağı da kesinleşmiş değil. Ama, ilk izlenim Kılıçdaroğlu’nun yalnızca CHP açısından bir misyon üstlenmediği, parti dışından da Kılıçdaroğlu CHP’sine yönelik önemli beklentilerin olduğunu gösteriyor. Öncelikle bunu açmakta yarar var.

Bir kere, uluslararası politika açısından bakıldığında, yakın zamana kadar AKP’den büyük beklentileri olan ve bu nedenle AKP’ye büyük destek veren ABD ve AB, bugün AKP’nin eksen kayması içinde olup olmadığını tartışır noktaya gelmiş durumda. Yakın zamana kadar, Büyük Ortadoğu Projesi adı altında Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye çalışan ABD ve AB, AKP’yi uyumlu bir ortak olarak görüyorlardı. AKP’yi “ılımlı İslam” olarak nitelerken, esasen, anti-emperyalist olmayan bir hareket olarak görüyorlardı. Belli ki, AKP de kendilerine önemli vaadlerde bulunmuştu. Ancak, son dönemde, AKP’nin, İran ve İsrail konusunda takındığı tavırlar bir güven kaybına ve alternatif arayışına yol açmış durumda.

İkinci olarak, AKP, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, azınlıklar sorunu gibi başlıklarda gerekli yasaları çıkartmak için mecliste büyük bir çoğunluğa sahip olmasına rağmen, milliyetçi tepkiler nedeniyle verdiği açılım sözlerini yerine getiremezken, bu konularda mazeret bildirerek, ordu, yüksek yargı ve muhalefeti suçlama yoluna gitti. ABD ve AB de bu mazeretlere hak vermiş olmalı ki, bu adımların atılabilmesi için ordunun pasifize edilmesine destek vermiş görünüyor. Ayrıca, bunun için ana muhalefetin de, açılımlara destek verir noktaya getirilmesini bekliyor. Şimdi, bu işler seçimden sonraya, 2011 sonbaharındaki anayasa değişikliklerine bırakılmış görünüyor. Bu beklentiler önemli…

Diğer yandan, sermaye çevrelerinde de AKP’ye yönelik rahatsızlıklar var. AKP’nin, TÜSİAD’a karşı kendi sermayesini destekleme politikası, dış politikada eksen kayması eğilimi, iç politikada otoriter ve çatışmacı eğilimler sergilemesi, bürokraside aşırı politizasyona yol açması hep rahatsızlığa yol açan eğilimler… AKP sermaye çevrelerinin beklentilerinin dışına çıkarak tehlikeli sularda gezinirken, AKP’ye alternatif bir iktidar adayının bulunmaması ciddi bir sorun haline gelmiş durumda.
Dolayısıyla, Baykal’ın genel başkanlıktan indirilmesi ve CHP’nin Kılıçdaroğlu gibi popüler bir figürün liderliğinde yeniden yapılandırılması, Kılıçdaroğlu’ya yönelik medya ve sermaye desteği, önemli beklentilerin bulunduğunu gösteriyor. Görüldüğü kadarıyla, CHP’nin yeni yönetimi de bu tür beklentilerin farkında ve iktidara gelebilmek için sermaye çevrelerinin desteğini kazanma çabasında olacağı izlenimi veriyor.

Birgün: Ama, böyle bir çizgi, sola açılan CHP görüntüsüyle çelişki oluşturmayacak mı?

Ataay: Elbette… Bence, Kılıçdaroğlu’nun paradoksu da bu. Bir yandan egemen çevrelerin desteğini almaya çalışırken, bir yandan da emekçi sınıfların oyunu kazanmaya çalışmak bazı çelişkili vaadlerde bulunmayı zorunlu kılıyor. Aslında aynı çelişki AKP için de geçerliydi ve AKP kurduğu hegemonya ile bugüne kadar bu çelişkilerin üzerini örtmeyi başardı. Bakalım, aynı başarıyı Kılıçdaroğlu da gösterebilecek mi?

Birgün: Kılıçdaroğlu 2011 seçimlerinde ne yapabilir? BDP ve sosyalist solla ittifak mümkün görünüyor mu?

Ataay: CHP’nin alt sınıfların desteğini AKP’den geri alması, çok olağanüstü gelişmeler olmazsa, kısa sürede olabilecek bir şey değil. Bu insanların içinde bulundukları toplumsal ilişkiler, sahip oldukları ideolojik koordinatlar kısa sürede değişebilecek şeyler değil. AKP, sınıf atlama düşlerini, refah düzeyini yükseltme beklentilerini oldukça iyi kullanıyor. Kamusal rantları, kamu imkanlarını, patronaj ilişkilerini kullanarak bu taleplerin adresi konumuna gelmiş durumda… Devletten ihale, kredi vb. almak isteyen iş adamlarından, çocuğuna iş bulmaya çalışan geniş kesimlere, yeşil kart, gıda yardımı, yakacak yardımı vb. almaya çalışan yoksullara kadar pek çok kesim bu patronaj ilişkilerine girmek zorunda hissediyor kendini… AKP, şu ana kadar, bu kesimleri sağ-popülist bir retorikle kendisine bağlamayı başardı. CHP’nin, bu ilişkileri kopartıp sosyal demokrat çözümler çerçevesinde yeni ilişkiler kurabilmesi için ciddi örgütlenme ve propaganda çalışmaları yürütmesi şart.
Sosyalist sol ve BDP ile ittifak konusuna gelince… Görünen o ki, Kılıçdaroğlu emekten yana bir retorik tuttursa da, emekçi sınıflardan destek alma çabasına girişse de, gerçekte bir merkez partisi projesine sahip. Ekonomik programa ilişkin olarak açıklanan görüşler de merkeze çok yakın. Dolayısıyla, sosyalistlerle ve BDP’yle ittifakı tercih edeceğini sanmıyorum.


http://www.birgun.net/politics_index.php?news_code=1292838581&day=20&month=12&year=2010

2 Şubat 2011 Çarşamba

İkinci Kuşak Yapısal Reformlarda Program Arayışları

-------------------------------------
Faruk ATAAY
-------------------------------------------------------------------------------
Bu makale Memleket: Siyaset-Yönetim dergisinin Ocak-2008 tarihli 6. sayısında yayımlanmıştır.
-------------------------------------------------------------------------------

Türkiye’de 1980’le başlayan yapısal reformlar, IMF ile 1998 ve 1999 yıllarında imzalanan anlaşmalarla birlikte yeni bir aşamaya girmiştir. 1980-98 döneminde uygulanan reformlar “birinci kuşak yapısal reformlar” olarak adlandırılırken, 1998 sonrası dönem “ikinci kuşak yapısal reformlar” olarak anılmaktadır. Yapısal reformlar gündeminde birinci kuşak daha çok devletin ekonomiye yönelik müdahalelerinin sınırlandırılmasına, özelleştirmeye ve dışa açılmaya odaklanırken, ikinci kuşak reformlar “devletin küçültülmesi”ne yönelik bu reformları “piyasaların düzenlenmesi”ne yönelik bazı yeni kurumlar ve düzenlemelerle tamamlamayı amaçlamaktadır.

Türkiye’de ikinci kuşak yapısal reformlar, on yıla yaklaşan süre içinde önemli mesafeler kaydetmiş bulunmaktadır. Ancak, reformların nihai amaçlarına tam olarak ulaşabilmiş olduğunu söyleyebilmek için henüz erkendir. Dolayısıyla, 22 Temmuz 2007 genel seçimi ile açılan yeni dönemde de ikinci kuşak yapısal reformlar açısından yoğun bir gündemle karşı karşıya bulunulmaktadır.

Bu çalışmada, 1998’le başlayan ikinci kuşak yapısal reformların geldiği aşama ve önümüzdeki döneme ilişkin oluşturulmaya çalışılan reform programı ele alınacaktır. Bu çerçevede, çalışmanın ilk bölümünde, bugüne kadar yürütülen reform çalışmaları üzerinde durulacaktır. Çalışmanın ikinci bölümünde de, 22 Temmuz seçimleri ertesinde oluşturulmaya çalışılan yeni reform programı ele alınacaktır.

“MİNİMAL DEVLET” MODELİNDEN “DÜZENLEYİCİ DEVLET” MODELİNE

İkinci kuşak yapısal reformlar kapsamında gündeme gelen politikaların Türkiye’ye özgü olmadığı biliniyor. Piyasa ilişkilerinin derinleştirilerek küreselleşmenin ilerletilmesini hedefleyen bu politikalar, uluslararası finans kuruluşları tarafından hazırlanarak dünya genelinde yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Nitekim, ikinci kuşak yapısal reformlar 1990’ların ortalarında IMF ile Dünya Bankası arasında sağlanan Post-Washington uzlaşmasına dayalı kararlar doğrultusunda gündeme gelmiştir. Post-Washington uzlaşmasının en temel özelliği, o tarihe kadar süregelen serbest piyasa modelini sorgusuz bir biçimde benimseyen yaklaşımın terk edilerek, piyasa aksaklıklarının telafisi için devlete yeni görevler verilmesidir. Buna göre, rekabetçi olmayan piyasaların yol açtığı sorunlar dikkate alınarak, rekabetçi ve etkin piyasa yapılarının oluşturulabilmesi için devletin belirli önlemleri alması gerektiği kabul ediliyor, devlete piyasaların düzenlenmesi doğrultusunda kimi yeni görevler yükleniyordu. Böylece, 1980’lerin başlarından beri egemen olan “minimal devlet” modelinin yerine “düzenleyici devlet” modeli olarak adlandırılan yeni bir devlet modeli uygulamaya geçiriliyordu .

Düzenleyici devlet modeli ile minimal devlet modeli arasında aslında çok da köklü farklılıklar bulunmamaktadır. Düzenleyici devlet modeli, serbest piyasa modelini idealize etmeye devam etmekte, kaynak kullanımında etkenlik, verimliğin arttırılması, maliyetlerin aşağı çekilmesi, teknolojinin geliştirilmesi, tüketicilerin korunması vb. amaçlar açısından serbest piyasa modelinin daha üstün olduğu varsayımını korumaktadır. Ancak, yeni model, mevcut piyasaların gerçekten de “serbest” olduğu varsayımını revize etmekte, piyasaların “rekabetçi” bir nitelik kazanabilmesi için devletin anti-tröst yasaları, rekabet düzenlemeleri, tüketici haklarının korunması vb. konularında adımlar atmasını zorunlu görmektedir. Dolayısı ile, “minimal devlet” modelinin gündeme getirdiği, özelleştirme, devletin küçültülmesi, dışa açılma, deregülasyon, finansal liberalizasyon gibi politikalarda bir değişikliğe gidilmemektedir. Düzenleyici devlet modelinin minimal devlet modeline asıl katkısı, bir yandan liberalizasyon sürecini daha da derinleştirirken bir yandan da yeni ortaya çıkan piyasaların düzenlenmesi için yeni kurumsal yapılar oluşturulması noktasında ortaya çıkmaktadır. Bu yaklaşım, OECD tarafından hazırlanan bir raporda şu sözlerle ortaya konmuştur: “Düzenlemelerin azaltılması (deregülasyon) her ne kadar reform programının anahtar unsuruysa da, daha rekabetçi ve etkin bir piyasada sağlık, çevre ve tüketicinin korunması alanlarında kamu kesimi ile özel sektör hedeflerinin bağdaştırılması için yeni kurumlara ve düzenlemelere ihtiyaç vardır” . Genel olarak “düzenleyici üst kurullar” olarak adlandırılan bu yeni kurumlarla, bir yandan siyasa oluşturma süreçleri “teknokrasi” retoriği eşliğinde siyasal sorumluluğu bulunmayan neoliberal teknokratların denetimine verilirken, bir yandan da “yönetişim” adı verilen mekanizmalar devreye sokularak özel sektör temsilcilerinin karar alma süreçlerine katılımı sağlanmaktadır. Böylece, düzenleyici devlet modeliyle, bir yandan devlete piyasaların düzenlenmesi doğrultusunda bazı yeni görevler verilmekte, bir yandan “ekonomi ile siyasetin ayrılması gerekir” retoriğiyle meşrulaştırılan “neoliberal teknokrasi” anlayışı hakim kılınmakta, bir yandan da bu teknokratik iktidar modelini meşrulaştırmak üzere “yönetişim” modeli uygulamaya geçirilmektedir .

Türkiye’de ikinci kuşak yapısal reformların ilk olarak IMF’yle 1998’de imzalanan “yakın izleme anlaşması” ile başlatıldığı kabul edilmektedir. Bunu IMF’yle 1999’da imzalanan “stand-by anlaşması”, DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti tarafından 2001 yılında açıklanan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ve AKP hükümeti tarafından 2003 yılında açıklanan “Acil Eylem Planı” takip etmiştir. Ancak, reform sürecinin asıl olarak Kasım 2000-Şubat 2001 krizleri sonrasında hızlandırıldığı görülmektedir. Reformlar başlatılırken dayanılan temel yaklaşımı ortaya koyması açısından, ikinci kuşak yapısal reformlar konusunda Türkiye’ye rehberlik etmesi için OECD tarafından hazırlanan bir rapora başvurmakta yarar bulunmaktadır. Raporda, Türkiye’nin yönetimini ve düzenleyici çerçevesini reforma tabi tutmakta geç kaldığı ve bu nedenle 2000’li yıllara girilirken müdahaleci bir devlet ve düzenlemeye tabi tutulmamış bir özel sektörün karışımından oluşan, işlemeyen bir karma ekonomiye sahip olduğu ileri sürülüyordu. Raporda, Türkiye’nin devlet tarafından yönetilen bir ekonomiden piyasa ve sivil toplum tarafından yönlendirilen, yenilikçi ve girişimci bir ekonomiye geçiş sürecini tamamlaması gerektiği belirtilerek, reformların ekonomiyi daha fazla rekabete ve güvenli piyasalara doğru götürdüğü savunuluyordu. Rapor, reformların, böylece, ekonomik performansın gelişmesini ve toplumsal refahın artmasını sağlayacağı, tüketicilere de daha düşük fiyatla, daha fazla seçenek sunulabileceği ileri sürülüyordu . Görüldüğü üzere, ikinci kuşak yapısal reformlar meşrulaştırılırken, bir yandan ekonomik etkinliğin arttırılması için rekabetçi bir piyasa oluşturma gerekçesi, bir yandan da sivil toplumu güçlendiren yönetişim modeli ortaya atılıyordu.

Reform süreci, 1998’de, BDDK’nın kurulması, sosyal güvenlik reformu, tarımda gelir desteği sistemine geçiş ve YİD yöntemiyle yapılan özel sektör yatırımlarında uluslar arası tahkime başvurulmasına olanak tanıyan anayasa değişikliğiyle başladı . Bunu, kamu açıklarının azaltılmasını ve dış borç geri ödemelerinin güvenceye alınmasını hedefleyen kamu maliyesi ve mali sektör düzenlemeleri izledi. Böylece, mali disiplin sağlanarak bütçede GSMH’nin yüzde 6.5 oranında faiz dışı fazlaya ulaşılması amaçlanıyordu. Bunları, bütçenin şeffaflığının sağlanması amacıyla fonların kaldırılması, kamuda personel sayısının azaltılması, bütçeden sosyal güvenlik ve tarımsal desteklemeye ayrılan payların azaltılması izledi. Diğer yandan da, Merkez Bankası Yasası değiştirilerek, bankanın temel görevi fiyat istikrarını sağlamak olarak belirleniyor, Hazine’ye ve kamu kuruluşlarına kredi açması ve avans vermesi yasaklanıyordu . Öte yandan, bu dönemde üst kurullar da hızla yaygınlaştırılarak devletin ekonomiyi yönlendirme ve düzenleme yetkileri üst kurullara devredilmeye başlanmış, BDDK’yı EPDK, Telekomünikasyon Kurumu, Kamu İhale Kurumu, Rekabet Kurumu’nun yeniden yapılandırılması, Şeker ve Tütün Kurumları izlemiştir . Özellikle “doğal tekel” niteliğindeki ve kamu tekelindeki elektrik, doğalgaz, telekomünikasyon gibi sektörlerin, “mülkiyet”, “politika geliştirme” ve “düzenleme” işlevlerin keskin bir biçimde ayrıştırılmasını öngören “OECD reform şablonu” doğrultusunda yeniden yapılandırılmasına girişilmiştir. Bu çerçevede, kamu tekellerinin kaldırılıp sektörlerin özelleştirilmesi, devletin bu sektörlerde üretici konumunda bulunmasının engellenmesi ve yabancı sermayenin bu alanlara girişine kolaylık sağlanması doğrultusunda adımlar atılmaya başlanmıştır .
Reform süreci, her ne kadar 1998’de başlasa da, özellikle AKP hükümeti tarafından hazırlanan ve uygulamaya geçirilen Acil Eylem Planı reform sürecinin niteliğinin belirlenmesinde tayin edici olmuştur. Hükümetin, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, OECD ve AB tarafından önerilen reformları somut iş programlarına dönüştürmesi sonucunda ortaya çıkan Acil Eylem Planı, bütünsel bir yaklaşımı ortaya koyarak reformların birbirinden kopuk bir biçimde ilerlemesine son veriyor, böylece bütün reformların “düzenleyici devlet” projesi çerçevesinde oluşturulduğu sistematik bir reform sürecinin yürütülmesini sağlıyordu . Acil Eylem Planı, “Ekonomik Dönüşüm Programı”, “Kamu Yönetimi Reformu”, “Sosyal Politikalar” ve “Demokratikleşme ve Hukuk Reformu” olmak üzere dört ana başlıkta toplanmıştı. Bu çerçevede reforma tabi tutulması düşünülmeyen hemen hiçbir kamu kurumu kalmıyor, mevcut devlet yapılanmasının büyük ölçüde dönüşüme uğratılmasına girişiliyor, bu doğrultuda onlarca yasa tasarısı hazırlanıp bunların yasalaştırılmasına girişiliyordu. Bu reform hareketine egemen olan düşünceyi ortaya koymak bakımından Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun Tasarısı’nın Genel Gerekçe’si özel bir öneme sahiptir. Nitekim, Genel Gerekçe’de, Türkiye’nin 1980 sonrası dönemde “birinci dalga yapısal uyum reformları”nı uygulamaya geçirerek dışa açılma ve deregülasyon konusunda önemli adımlar attığı, ancak devletin rolünün yeniden tanımlanmasını sağlayacak “ikinci dalga yapısal uyum reformları”nı uygulamaya geçirmekte başarısız kaldığı belirtilerek, küreselleşemeye uyum, yabancı sermayenin ülkeye çekilmesi, rekabet gücünün arttırılması, serbest piyasa modeline geçiş gibi amaçlar açısından reform hareketinin sürdürülmesi gerektiği savunuluyordu. Bu çerçevede, kamunun üretimden çekilmesi, devletin düzenleyici işlevlerinin geliştirilmesi, özel sektör ve sivil toplumla paydaşlık ilişkisinin kurulması gerektiği belirtiliyor, bu doğrultuda özelleştirme, yerelleşme ve yönetişimi (sivilleşme) hedefleyen adımlar atılması gerektiği ileri sürülüyordu.

Görüldüğü üzere, reform sürecinin meşrulaştırılmasında küreselleşemeye uyum, ekonomik performansın arttırılması, ekonomik rasyonalizasyon, demokrasi, katılımcılık-yerellik, şeffaflık gibi argümanlara dayanılırken, asıl olarak devletin borç ödeme kapasitesinin arttırılması, bunun için de bütçeden personel, sosyal güvenlik, tarımsal destekleme, bölgeler arası eşitsizliklerin giderilmesi, eğitim, sağlık, kentsel hizmetler vb. kamu hizmetleri için yapılan harcamaların kısılması hedefleniyordu. Bunun için de, reformla adeta devlete kamu hizmeti üretmek ve sunmak yasaklanmaya çalışılıyor, devletin girişim özgürlüğünü ihlal etmemesi en yüce değer haline getiriliyordu . Nitekim, AKP’nin 2003-2007 iktidar döneminde reformlar konusunda önemli adımlar atıldı. Hazırlanan tasarılardan bazıları Anayasa aykırılık vb. gerekçelerle iptal edilse de, önemli bir bölümü de yasalaştırılmış oldu. Ancak, gerçekleştirilen önemli adımlara rağmen, ikinci kuşak yapısal reformların bütünüyle uygulamaya geçirilerek “düzenleyici devlet” modelinin bütün unsurlarıyla uygulamaya konabildiğini söyleyebilmek henüz mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla, 22 Temmuz seçimlerinden güçlü bir parlamento desteğiyle çıkarak iktidarını sürdüren AKP hükümeti’nin önünde reformlar açısından yoğun bir gündem bulunmaktadır.

YENİ PROGRAM ÇALIŞMALARI

AKP hükümeti, 2003-2007 döneminde dünya ekonomisinin uygun bir konjonktürde olmasından yararlanarak, bir yandan yüksek faiz-düşük kur politikasıyla kısa vadeli sermaye hareketlerini ülkeye çekerek döviz bolluğu ortamı yaratırken, bir yandan sıkı maliye politikası izleyerek yüzde 6.5 faiz dışı fazla sağlayarak dış borç ödemelerini sürdürdü, bir yandan da ikinci kuşak yapısal reformları ilerletmeye çalıştı. Uygun ekonomik ortam 2003-2007 döneminde yapısal reformların geniş toplum kesimlerine yönelik olumsuz etkilerinin yumuşatılabilmesini sağlasa da, 2007 genel seçimi sonrası ekonomik ortamın hükümete aynı olumlu koşulları sunabileceği kuşkulu görünmektedir.

İlk olarak, son aylarda, ABD ekonomisinin durgunluk işaretleri vermesi dünya ekonomisinin uygun koşullarının sürmeyebileceği kuşkusunu doğurmuş bulunuyor. Bu durum, “sıcak para” akımlarının aynı hızla sürmeyebileceğine ilişkin kuşkular doğururken, 2008’de bir ekonomik kriz yaşanması beklentisi de giderek artmaktadır. Özellikle, IMF’nin, Eylül ayında, Merkez Bankası döviz rezervinin 70 milyar dolar, ülkedeki toplam döviz rezervinin de 120 milyar dolar olduğu bir sırada Merkez Bankası’nın döviz rezervlerini arttırması talebinde bulunması, kriz beklentisi içinde olduğu kuşkularına yol açtı. Yaman Törüner gibi isimler de, IMF’nin bu isteğinin, yabancı yatırımcıların ülke dışına çıkabilmesine olanak sağlama amacından kaynaklandığı, rezervin bankaların ve özel sektörün yabancılara olan borçlarının ödenmesinde kullanılacağı değerlendirmesini yaptı . Bu kriz korkusunu besleyen bir başka neden de IMF ile yürütülen stand-by anlaşmasının 10 Mayıs 2008’de sona erecek olmasıydı. Dünya Bankası Türkiye Direktörü Ulrich Zachau, küresel likidite koşullarının bozulması ihtimaline karşı, Türkiye’nin, ekonomide güven duygusunu sağlamak için IMF ile yeni bir program uygulamaya devam etmesini önerirken , basında da bu öneriyi destekleyerek, önümüzdeki dönemde IMF ile yeni bir stand-by yapılmasa da gözetim ağırlıklı bir program (yakın izleme anlaşması) yapılması doğrultusunda öneriler dile getirildi .

İkinci olarak, hükümet, IMF’nin hoşgörüsünden de yararlanarak, seçim öncesinde mali disiplini bütünüyle bırakarak seçim ekonomisi uygulamıştı. Ancak, IMF seçim sonrası aylarda mali disiplinin tekrar sağlanması için hükümete baskı yapmaya başladı. Zira, seçim döneminde mali disiplinden uzaklaşılması sonucunda 2007 için öngörülen faiz dışı fazla oranı olan yüzde 6.5 tutturulamayarak yüzde 4.3 civarında gerçekleşti. Nitekim, IMF de, 4-17 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilmesi gereken 7. gözden geçirmeyi koşullar yerine getirilmediği gerekçesiyle Mart ayına kadar ertelemiş bulunuyor. IMF, gözden geçirmenin tamamlanması için, sosyal güvenlik reformunun meclisten geçirilmesini ve bütçe açığının azaltılması için akaryakıt, elektrik ve doğalgaz fiyatlarına zam yapılmasını, tütün ürünlerinde KDV-ÖTV vergi oranlarının yükseltilmesini ve vergi denetimlerinin sıkılaştırılarak vergi gelirlerinin arttırılmasını talep etti.

Üçüncü olarak, seçim döneminde yapısal reformlar da gevşemeye başlamıştı. Üstelik, geçen dönem yasalaştırılan bazı değişiklikler de uygulamaya geçirilememişti. Nitekim, IMF de, hem yarım kalan reformların tamamlanması hem de bugüne kadar gündemin arka maddelerinde kalan reformların gündeme alınması için talepte bulunmaya başladı. Diğer yandan, yapısal reformlar açısından en uygun zamanlamanın, seçim ertesinde hükümetin henüz yıpranmadığı ve reformları yapma gücüne sahip olduğu ilk bir-iki yıl olduğu düşüncesinden hareket eden sermaye çevreleri de yapısal reformlar için baskı yapmaktalar. Dolayısı ile, Nisan ayından bu yana Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim nedeniyle yoğun bir siyasi gündem yaşayan hükümet, artık uluslararası finans kuruluşlarının ve sermaye çevrelerinin yeni ekonomik program ve yapısal reform programı beklentileriyle karşılaşmaya başlamış, bu beklentileri karşılayacak arayışlara girmiş bulunuyor.

Geçtiğimiz aylarda uluslararası finans kuruluşları ve sermaye çevreleri reform taleplerini basına yansıyan açıklamalar yanı sıra iki önemli raporla ortaya koydular. Bunlardan ilki TEPAV’ın (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı) Ağustos ayında yayımladığı İkinci Nesil Reform Sürecinin Öncelikleri başlıklı raporuydu. TEPAV, IMF ve Dünya Bankası ve sermaye çevreleriyle yakın bağlantılı bir vakıf olması nedeniyle yayımladığı rapor önem taşıyordu. Raporlardan ikincisi de, TÜSİAD tarafından 19 Ekim 2007’de yayımlanan Ekonomik Görünüm ve Politikalar başlıklı rapordu. Her iki raporun da ortak temalar üzerinde durduğu ve benzer öneriler getirdiği görülmektedir. Raporların genel özelliği, ekonomik durum konusunda nesnel bir değerlendirme sunma ve gerçekçi hedefler gösterme gayretinden çok, maniplatif bir dilin kullanılması ve hükümeti reformlar konusunda cesaretlendirme arzusuna hizmet etmesidir. Raporlar, reformların oy kaybettirebileceği korkusunu taşımaması mümkün olmayan hükümete cesaret vermeye çalışırken, gerçek durumla bağlantısının zayıf kalmasından ve iç tutarlılığı olmayan öneriler sunmaktan da kaçınmıyor. Ancak, söz konusu raporlar uluslararası finans kuruluşlarının ve sermaye çevrelerinin hükümetten beklentilerini ortaya koyması açısından önem taşımaktadır.

Raporların genel kurgusuna ve izlediği mantık çizgisine bakıldığında, öncelikle ülke ekonomisinin içinde bulunduğu durum üzerine belirli saptamalar yapılmakta, ikinci olarak bu saptamalardan hareketle risk faktörleri ortaya konmakta, üçüncü olarak mevcut durumun yapısal reformları zorunlu kıldığı ileri sürülmekte, son olarak da yapısal reformların bazı toplumsal grupların durumunu olumsuz etkileyecek olması nedeniyle toplumsal muhalefet olasılığını bertaraf edecek önlemler alınması önerilmektedir.

Raporlarda, ekonomik durum ve risk faktörleri konusunda yapılan değerlendirmeler, dünya ekonomisinin durumuna ilişkin değerlendirmelerle başlamaktadır. Buna göre, dünya ekonomisinin belirsizleşmesi ve uluslararası piyasalardaki koşulların zorlaşması, ekonomik programın yeniden ele alınmasını ve acilen bir ekonomik önlemler paketinin uygulamaya konmasını gerektiren ilk gerekçe olarak sunulmaktadır. Dünya ekonomisindeki gelişmelerin, YTL’nin değer kazanmaya devam etmesine neden olduğu, faiz oranlarının yükseldiği, yüksek cari işlemler açığına yol açtığı ve enflasyonla mücadeleyi zorlaştırdığı belirtilmektedir. Raporlarda, bunlara ek olarak, 2002-2005 dönemindeki olumlu ekonomik performansın sağlanmasında etkili olan IMF ve AB ile ilişkilerin geleceğinin günümüzde belirsizliğe girdiğine dikkat çekilmektedir. Bu durumun, dünya ekonomisinin belirsizliğiyle birleşince ülke ekonomisi açısından belirsizlik ve risklerin artmakta olduğu belirtilmektedir. TÜSİAD’a göre, bu tespitler bir kriz durumuna işaret etmese de, ekonomi politikalarının yeniden ele alınması ve yapısal reformlara hız verilmesi gereği bulunmaktadır .

Raporlar, yapısal reformlar konusunda gelinen aşamaya ilişkin değerlendirmelerle devam etmektedir. Raporlarda, yapısal reformlar iki kuşağa (nesile) ayrılmakta, AKP’nin ilk beş yılında birinci nesil reformları başarıyla gerçekleştirdiği belirtilerek, ikinci beş yıllık iktidarında da ikinci nesil reformları uygulamaya geçirmesi önerilmekte; 2001 sonrası birinci nesil reformların makroekonomik dengeleri sağladığı, ikinci nesil reformlarınsa bunu sürdürülebilir kılmayı ve büyüme hızının arttırılmasını amaçladığı ileri sürülmektedir. Birinci nesil reformların, makroekonomik dengesizlikler, istikrarsızlık, yüksek enflasyon, yüksek faiz, mali ve parasal disiplinsizlik, yüksek kamu borcu gibi sorunlara çözüm bulma amacı üzerine kurgulandığı, bunun için devletin küçültülmesine, özelleştirmelere, korumacılığın azaltılmasına, deregülasyona, dış ticarette ve yabancı yatırımlarda serbestleşmeye odaklı olduğu belirtilmektedir. Gelinen noktada, enflasyonu düşürme, istikrarı sağlama, büyümeyi yeniden başlatma amaçlarının gerçekleştirildiği, artık istikrarı ve büyümeyi korumak yanı sıra dünya piyasalarındaki rekabet gücünü arttırmak hedefine yönelinmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Buna göre, ikinci nesil reformlar, bir yandan mali disiplini (kurallı maliye politikası tasarımı) ve para politikasını koruyarak (para politikasının bağımsız biçimde yürütülmesi) makroekonomik istikrarı korurken, bir yandan da serbest piyasa ekonomisinin altyapısını güçlendiren, verimliliği ve rekabet gücünü arttırabilen, mikro odaklı reformlara öncelik tanımalıdır. İkinci nesil reformlar, serbest piyasa ekonomisini güçlendirecek kurumlara (üst kurullar), yerelleşmeye, kamu reformu, iş gücünün esnekleştirilmesi, rekabet gücünü arttıracak sanayi politikasına odaklanmalıdır .
Raporlarda, böylece, yapısal reform gündemi üzerine daha genel bir değerlendirme yapıldıktan sonra, somut ekonomi politikası ve yapısal reform önerilerine gelinmektedir. Ekonomi politikası önerilerinde ilk sırayı mali disiplinin sağlanması ve maliye politikasının sıkılaştırılması önerisi almaktadır. 2007 yılında seçim nedeniyle mali disiplinden uzaklaşılması nedeniyle dengelerin bozulduğu belirtilerek, başta kamu personel sayısının sınırlanması ve memur maaşlarının azaltılması olmak üzere cari harcamaların kısılması önerisi getirilmektedir. Raporlarda ekonomi politikası konusunda gündeme gelen ikinci önemli uyarı, YTL’nin değerlenmesine dayalı dezenflasyon politikasının ve iç talebe dayalı büyüme olanağının sürdürülebilirliğinin kuşkulu olduğudur. Bu sorun konusunda önerilen çözüm ise, ihracatın arttırılması ve doğrudan yabancı sermaye yatırımlarından daha fazla pay alınması çabasına girilmesi olmaktadır. Bu doğrultuda rekabet gücünün arttırılmasına yönelik önlemlere başvurulması istenmektedir. Raporlarda rekabet gücünü olumsuz etkileyen faktörler olarak, temel girdi fiyatlarının yüksekliğinin girdiye dayalı sanayilerin rekabet gücünü, istihdamın esnek olmayan yapısının da emek yoğun sanayilerin rekabet gücünü olumsuz etkilemesi gösterilmektedir. Dolayısıyla, ürün ve işgücü piyasalarının katılıklarının giderilmesine yönelik önlemler öncelik taşımaktadır. Böylece, rekabet avantajının olduğu sektörlerde yatırımların ve üretimin arttırılması yoluyla ihracatın geliştirilmesi sağlanmalıdır. Raporlarda, yabancı sermaye yatırımlarının ülkeye çekilmesi konusunda önerilen başlıca politikalar da, piyasalara giriş ve çıkış engellerinin kaldırılması ve rekabetin gelişmesini sağlayacak reformların hızlandırılmasıdır .

Ekonomi politikalarına yönelik bu önerileri yapısal reformlar kapsamında geliştirilen öneriler izlemektedir. Yapısal reformlar kapsamında en çok vurgulanan başlıklardan birini özelleştirmelerin tamamlanması ve özelleştirme gelirlerinin kamu borçlarının azaltılmasında kullanılması oluşturmaktadır. Bu kapsamdaki ikinci önemli başlık sosyal güvenlik reformudur. Ancak, mevcut reform yasasını yeterli bulmayan TÜSİAD, liberalizasyon açısından bireysel emeklilik sistemine geçişi zorunlu gördüğünü ortaya koymaktadır. Bunu, enerji, ulaştırma ve telekomünikasyonda liberalizasyonun hızlandırılması ve sözkonusu sektörlerin bütünüyle özel sektöre açılması talebi izlemektedir. Özellikle, enerji yatırımlarında özel sektöre ağırlık verilmesi isteğinin önemle vurgulandığı dikkat çekmektedir.

TÜSİAD ve TEPAV’ın raporları böylece, ekonomik durum ve risk faktörleri konusundaki saptamaları ve yapısal reformların uygulanması gereği konusundaki görüşleri ortaya koyduktan sonra, son olarak reformların yaratabileceği toplumsal sonuçların yumuşatılması ve olası muhalefet dinamiklerinin boşa çıkartılması konusundaki önerilerini sıralamaktadır. Raporlarda, bazı toplumsal grupların reformlardan zararlı çıkacağı, reformların külfetlerinin de getirilerinin de eşit paylaşılmayacağı ve üstelik reformun olumlu sonuçlarının alınmasının orta ve uzun vadede olacağı açıkça belirtilmektedir . Daha da açığı, ikinci nesil reformların “belli grupların ayrıcalıklarının kaldırılması gereken bir süreç” olarak tanımlandığı, belli grupların avantajlarını kalıcı olarak kaybedeceği, bunun da siyasi bir bedelinin olacağı açıkça belirtilmektedir . Bu nedenle, “reformların, toplumun geniş kesimlerinde davranış değişikliklerine yol açabileceğinin” dikkate alınması istenmektedir . Bu çerçevede, reformların toplumun farklı kesimlerini etkilediği unutulmamalı ve ekonomi yönetiminin gerektirdiği uygulama becerisi sergilenmeli, reformun sürekli ve tutarlı bir siyasi liderliğe ve kamuoyu desteğine ihtiyaç duyduğu unutulmamalı, özellikle de reformların dışarıdan empoze edildiği izlenimi verilmemesine özen gösterilmelidir . Bu çerçevede gündeme getirilen önerilerden ilki, reformların olası olumsuz sonuçları dikkate alınarak, toplumun dar gelirli kesimleri için “özel tasarlanmış toplumsal dayanışma mekanizmalarının” geliştirilmesi ve destekleyici tedbirlerle toplumsal maliyetlerin azaltılmasıdır . Bu önerilerin somut olarak belediyeler ve diğer kamu kuruluşları eliyle yürütülen yardım uygulamalarına ve Dünya Bankası ve AB’nin yoksulluk projelerine daha fazla ağırlık verilmesi anlamına geldiği açıktır . Diğer yandan, ekonomik reformların gerçekleştirilebilmesi için siyasi ve idari sistemin “uzlaşı” üretecek şekilde yeniden yapılandırılması önerisi de muhalefetin diyalog kanalına çekilmesi açısından önemli bulunmaktadır . Bu çerçevede, işçi-memur sendikalarının, küçük üretici ve işveren örgütlerinin katılımıyla oluşturulan Ekonomik ve Sosyal Konsey’in (ESK) etkinleştirilmesi önemli bir kanal olarak düşünülmektedir .

TÜSİAD ve TEPAV raporlarının buraya kadar yapılan incelemesi gösteriyor ki, gerek uluslararası finans kuruluşları gerekse sermaye çevreleri, hükümeti, yapısal reformları yürürlüğe koyması için, bir yandan reformların yürürlüğe konmasının kaçınılmaz olduğuna bir yandan da reformların olumlu sonuçlarının alınmasının çok uzun sürmeyeceğine ve maliyetlerin çok ağır olmayacağına ikna çabasına girmiş durumdalar. Reformların sosyal maliyetlerinin ise, ancak reformlara karşı bir muhalefetin yükselmesi olasılığı bağlamında gündeme gelebildiği, reformların toplumsal dokuda yol açtığı yaralarınsa dikkate değer bulunmadığı görülmektedir. Reform yandaşlarının, asıl olarak, hükümetin desteğini ve cesaretini koruduğu süre içinde olabildiğince fazla adım atılmasını sağlamayı amaçladıkları anlaşılmaktadır. Zira çeşitli ülke deneyimlerinden de biliniyor ki, ülke ekonomisinin içinde bulunduğu durum itibariyle, hükümetin en öncelikli amacını, dış borç krizine sürüklenmeden dış borçları çevirebilecek durumda olmak oluşturuyor. Aksi takdirde, ülke ekonomisinin çok ağır bir krize sürükleneceğini ve bunun da seçmen desteğinin bütünüyle erimesine yol açacağının farkında olunduğu açıktır. Bu nedenle, uluslararası finans kuruluşlarının desteğini korumak ve bunun için de yapısal reformları gerçekleştirmek zorunda olunduğu düşünülüyor. Gerçekte, bu reformların da toplumun geniş kesimleri açısından olumsuz sonuçlar doğuracağı ve oy kaybına yol açacağı biliniyor. Bu nedenle, seçimden sonra hızla reformları gerçekleştirip, sonraki seçime reformların yarattığı toplumsal maliyetlerin dengelenip ekonominin yükselişe geçtiği bir konjonktürde girilmesi amaçlanıyor .

Nitekim, AKP hükümeti, uluslararası finans kuruluşlarından ve sermaye çevrelerinden gelen taleplere yanıt vermekte fazla gecikmedi. Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’in 9 Ekim 2007 tarihli basın açıklamasıyla, 2007’nin son üç ayında gerçekleştirilecek “eylem planı” açıklandı. Bakan Ekren, basın toplantısında, TÜSİAD ve TEPAV raporlarında ortaya konan görüşlere paralel değerlendirmeler yaparken, satır aralarında 2008-2012 döneminin borç ödeme dönemi olacağı, dolayısıyla sıkı para ve maliye politikası izleneceği mesajını da veriyordu . Ekren tarafından açıklanan Üç Aylık Eylem Planı’nda da, bu üç aylık dönemin hem geçmiş dönemden yarım kalan işlerin tamamlanması hem de gelecek dört yıla ilişkin “eylem planı”nın hazırlanması ile değerlendirileceği belirtiliyordu. Bu çerçevede, öncelikle sosyal güvenlik reformu, sağlık reformu (kamu hastaneleri), enerji özelleştirmeleri (nükleer santral, elektrik santral ve dağıtım özelleştirmeleri, doğalgaz özelleştirmeleri, PETKİM), kamu bankalarının özelleştirilmesi (Halkbank’ın %75 hissesi, Vakıfbank’ın %25 hissesi, Ziraat Bankası’nın halka arzı), Tekel sigara fabrikaları, limanlar, otoyollar ve köprülerin özelleştirilmesi ve kamu personel reformunun da aralarında yer aldığı 73 adımın atılmasının hedeflendiği belirtiliyordu .

Hükümetin sermaye çevrelerinin talepleri doğrultusunda 9 Ekim 2007’de ilan ettiği Üç Aylık Eylem Programı’ndan sonra, 10 Ocak 2008’de de 60. Hükümet Programı Eylem Planı başlığı altında beş yıllık eylem planını açıkladı . Hükümet, 145 yasal değişiklik içeren bu programı ilan ederken, sermaye çevrelerinden gelen reform programı taleplerine duyarsız kalmadığını göstermeye çalışıyordu. Bu eylem planının, asıl olarak, AB’ye uyum reformları ile ikinci kuşak yapısal reformlardan oluştuğu görülmektedir. Dolayısı ile, eylem planına ruhunu veren yaklaşım küreselleşmeci neoliberal reform programına dayanmaktadır. Bu çerçevede, ekonomi politikalarında sıkı maliye ve sıkı para politikasına, yüksek faiz-düşük kur politikasına, özelleştirmelere, liberalizasyona devam edilip, ihracatın ve rekabet gücünün arttırılması için istihdamın esnekleştirilerek emek maliyetlerinin düşürülmeye devam edileceği görülmektedir. Ancak, eylem planının bütünüyle emek aleyhtarı bir içeriğe sahip olmasına karşılık, planın kamuoyuna sunulmasında “sosyal restorasyon” başlığının öne çıkartılması dikkat çekmektedir. Eylem planının sunumunda “sosyal istikrarın pekiştirilmesi”, “sosyal yapının güçlendirilmesi”, “yaşam kalitesinin yükseltilmesi” gibi sloganlar kullanılarak, reformların geniş toplum yığınları lehinde sonuçlar hedeflediği düşüncesinin yaygınlaştırılmaya çalışıldığı görülmektedir. Kanımızca, bu durum, reformların toplumsal sonuçları üzerine yürütülecek tartışmaların daha da derinleştirilmesinin yakıcı bir gereksinim oluşturduğunu göstermektedir.

SONUÇ

Bu çalışmada, Türkiye’de ikinci kuşak yapısal reformların gerçekleştirilme süreci ele alındı. Öncelikle reformların başlatıldığı 1998’den bugüne gelinen aşama üzerinde kısaca durulduktan sonra, 22 Temmuz genel seçimi sonrasında sermaye çevrelerinin ortaya koyduğu reform istemleri ve hükümetin bu istemlere ürettiği yanıtlar ele alındı. Yapılan inceleme de göstermektedir ki, hükümet, asıl olarak, yüksek faiz-düşük kur politikasıyla kısa vadeli sermaye hareketlerinin ülkeye çekilmesi politikasıyla sağlanan düşük enflasyona dayalı ekonomik istikrar ortamının sürdürülmesi amacına odaklanmış durumdadır. Bu nedenle, dış kaynak girişini sürdürebilmeyi amaçlamakta, bunun için de bir yandan kamu harcamalarını kısarak bütçede yüksek faiz dışı sağlayarak borç ödemelerini sürdürebilmeyi, bir yandan düşük ücret, düşük girdi maliyetleri ve fiyat rekabetine dayalı olarak ihracatı arttırmayı, diğer yandan da yapısal reformları gerçekleştirerek yabancı sermayeyi ülkeye çekebilmeyi hedeflemektedir. Hükümet, bu politikalarla ekonomideki mevcut “istikrar” görünümünü korumaya çalışırken, gelir dağılımının giderek daha da bozulması ve bu durumun yaratacağı toplumsal hoşnutsuzlukları ise ikinci plana atar görünmektedir. Olası bir ekonomik krizin çok ağır bir siyasi faturası olacağını dikkate alarak, krizi olabildiğince ertelemeye çalışan hükümet, herhalde, uygulanan politikaların ve gerçekleştirilecek reformların yaratacağı toplumsal tepkileri de gelecek seçim öncesinde yumuşatabilmeyi ummaktadır.

Hükümetin yaptığı bu tercih kendi siyasal hesapları açısından akılcı bulunsa bile, belirli tepkilerle karşılaşmaması da mümkün görünmemektedir. Zira, uygulanan politikaların ve reformların gelir dağılımı açısından önemli sonuçları bulunduğu gibi, farklı gelir düzeylerindeki toplumsal gruplar açısından da maliyetlerin ve faydaların eşit paylaşıldığı bir süreç sözkonusu olmamaktadır . Bu durumda, uygulanan politikalardan ve reformlardan olumsuz etkilenen toplumsal grupların muhalefete yönelmesi olasılığı artmaktadır. Nitekim, bunun ilk işaretleri de görünmeye başlamıştır. Her ne kadar henüz çok yaygın ve kitlesel olmasa da, emek cephesi gerçekleştirdiği mitinglerle başta sosyal güvenlik reformu ve özelleştirmeler konusunda olmak üzere muhalefete başlamış durumdadır. Ancak, muhalefet emek cephesiyle de sınırlı değildir. Sermaye içinde de uygulanan politikalara muhalefet eden bir dinamik belirmeye başlamıştır. Ekim ayında gazetelere tam sayfa ilanlar vererek hoşnutsuzluğunu ortaya koyan bu grup içinde Türkiye İhracatçılar Meclisi, MÜSİAD, TİSK ve TÜGİAD yanı sıra sektörel işveren dernekleri, Türk-İş ve Hak-İş de vardır. Bunlar, yüksek faiz-düşük kur politikasını protesto ederken, hükümeti, “dünyanın en yüksek faizlerini ödeyerek ülkenin iliğini sömürmekle” ve “ülkede ekonomik terör ortamı” yaratmakla suçlayan açıklamalar yapmışlardır . Diğer yandan, büyük sermaye koruma ve destek istemekte , bankaların ipotekler üzerindeki haklarını geliştirici adımlar talep etmektedir . Uluslararası finans kuruluşları ise, olası bir kriz durumuna karşı Merkez Bankası döviz rezervinin arttırılması isteminde bulunmaktadır . Dolayısıyla, hükümet yalnızca emek cephesinin muhalefetiyle değil, sermaye içi çelişkiler nedeniyle de sıkışmaktadır.
Farklı toplumsal grupların çelişkili istemleriyle yüzyüze kalan hükümetin, bu durum karşısında uluslararası finans kuruluşlarının (yabancı sermaye) ve büyük sermayenin istemlerine ağırlık verdiği görülmektedir. Zira, bu kesimlerin istemlerinin yerine getirilmemesi durumunda bir finansal krizin kaçınılmaz olduğu düşünülmektedir. Buna karşılık, küçük-orta sermayenin istemlerine küçük ödünlerle yanıt verilmekte, emek cephesinin istemlerine karşı ise ödün vermez bir tutum izlenmektedir. Hükümetin belirlediği bu politika karşısında, çalışan sınıfların ülke ekonomisinin iyiliği için fedakârlığa davet edileceklerini tahmin etmek zor değildir.

Diğer taraftan, hükümetin, reformların gerçekleştirilebilmesi için “teknokratik” bir üslup benimsemeye başladığına ilişkin işaretler de ortaya çıkmaktadır. Bazı hükümet üyelerinin son günlerde, “uzun süren tartışmaların reformların içini boşalttığına, bu nedenle reform tasarılarının gündeme gelmeleri ile yasalaştırılıp Cumhurbaşkanı tarafından onayı arasındaki sürenin mümkün olduğunca kısaltılacağına” ilişkin açıklamalarda bulunmaları, hükümetin muhalefeti önlemek için müzakere sürecini iyice sınırlama çabasına gireceğini göstermektedir . Dolayısı ile, neoliberal reformların en önemli özelliklerinden olan, yürütmenin yasamaya karşı güçlendirilmesi, siyasa oluşturma sürecinin teknokratik bir üslupla gerçekleştirilmesi, reformların ya tepeden hükümet kararnameleriyle ya da parlamentodan gece yarılarında büyük bir hızla geçirilen yasalarla uygulanması gibi özelliklerin gündeme geldiği görülmektedir . Bu durumda, sosyal tarafların katılım ve uzlaşısını gerektiren demokrasi ve meşruiyet kaygılarının bütünüyle gözardı edildiği bir sürece girildiği anlaşılmaktadır. Böylesi bir reform sürecinin demokratik rejim ve siyasal iktidar açısından temsil ve meşruiyet krizine yol açması önemli bir olasılık olarak önümüzde durmaktadır

NOTLAR

1. Przeworski, Adam, Demokrasi ve Piyasa, Çev. İlter Turan, TDV Yayını, Ankara, 2004, s. 137, 145; Parasız, İlker, İkinci Kuşak Yapısal Reformlar ve Türkiye, Bursa: Ezgi Kitabevi, Bursa, 2003, s. 151-157.

2. OECD, Türkiye’de Düzenleyici Reformlar, Başbakanlık Yayını, Ankara, 2002, s. 6.

3. BSB, “2005 Başında Türkiye’nin Ekonomik ve Siyasal Yaşamı Üzerine Değerlendirmeler”, 2005, www.bagimsizsosyalbilimciler.org; Güler, Birgül Ayman, Devlette Reform Yazıları, Paragraf Yayınları, Ankara, 2005; Ataay, Faruk, Neoliberalizm ve Devletin Yeniden Yapılandırılması, 2. Baskı, De Ki Yayınevi, Ankara, 2007.

4. OECD, age, s. 6, 9, 30.

5. BSB, “2004 Başında Türkiye’nin Ekonomik ve Siyasal Yaşamı Üzerine Değerlendirmeler”, 2004, www.bagimsizsosyalbilimciler.org.

6. OECD, age, s. 24-5; Parasız, age, s. 145-8.

7. OECD, age, s. 34, Bayramoğlu, age.

8. OECD, age, s. 11, 67-68, 78-86, 88.

9. OECD, age, s. 56; Başbakanlık, TC 58. Hükümet Acil Eylem Planı, (3. 1. 2003), http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/aep.pdf.

10. Güler, age, s. 99-100, 201.

11. Milliyet, 29 Eylül 2007.

12. Hürriyet, 16 Ekim 2007.

13. Radikal, 16, 22 Ekim 2007; Hürriyet, 12 Kasım 2007.

14. TEPAV, İkinci Nesil Reform Sürecinin Öncelikleri, TEPAV Yayını, Ankara, 2007.

15. TÜSİAD, “Ekonomik Görünüm ve Politikalar” (19.10.2007), www.tusiad.og.tr.

16. TÜSİAD, age.

17. TEPAV, age; Sak, Güven, “Nereden Çıkıyor Bu İkinci Nesil Reform Meselesi”, TEPAV Bülten, Sayı: 3, Kasım 2007, Sayfa: 1-4.

18. TÜSİAD, age.

19. TÜSİAD, age.

20. Sak, age.

21. TEPAV, age.

22. OECD, age, s. 6, 11.

23. TÜSİAD, age.

24. OECD, age, s. 6.

25. Boratav, Korkut, “TÜSİAD Ne İstiyor”, (11. 11. 2007), www.sol.org.tr.

26. TEPAV, age.

27. OECD, age, s. 53-55.

28. Przeworski, age, s. 165-169.

29. Hürriyet, 10 Ekim 2007.

30. Başbakanlık, TC 60. Hükümet 2007 Yılı Üç Aylık Eylem Programı, (8. 10. 2007), http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/ep2007.pdf.

31. Başbakanlık, TC 60. Hükümet Programı Eylem Programı, (10. 1. 2008), http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/ep2007.pdf

32. Przeworski, age, 160-162, 175.

33. Radikal, 22 Ekim 2007, Milliyet, 24 Ekim 2007.

34. TÜSİAD, age.

35. TEPAV, age.

36. Milliyet, 29 Eylül 2007.

37. Vatan, 20 Kasım 2007, 3 Aralık 2007.

38. Przeworski, age, 182-185.


KAYNAKLAR

Ataay, Faruk, Neoliberalizm ve Devletin Yeniden Yapılandırılması, 2. Baskı, Ankara: De Ki Yayınevi, 2007.

Başbakanlık, TC 58. Hükümet Acil Eylem Planı, (3. 1. 2003), http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/aep.pdf

Başbakanlık, TC 60. Hükümet 2007 Yılı Üç Aylık Eylem Programı, (8. 10. 2007), http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/ep2007.pdf

Başbakanlık, TC 60. Hükümet Programı Eylem Programı, (10. 1. 2008), http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/ep2007.pdf

Boratav, Korkut, “TÜSİAD Ne İstiyor”, (11. 11. 2007), www.sol.org.tr.

BSB, “2004 Başında Türkiye’nin Ekonomik ve Siyasal Yaşamı Üzerine Değerlendirmeler”, 2004, www.bagimsizsosyalbilimciler.org.

BSB, “2005 Başında Türkiye’nin Ekonomik ve Siyasal Yaşamı Üzerine Değerlendirmeler”, 2005, www.bagimsizsosyalbilimciler.org.

BSB, “IMF Gözetiminde On Uzun Yıl, 1998-2008: Farklı Hükümetler, Tek Siyaset”, 2006, www.bagimsizsosyalbilimciler.org.

BSB, 2007 İlkyazında Dünya ve Türkiye Ekonomisine Bakış, Ankara: TMMOB, 2007.

Dinçer, Ömer, “Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma”, Çerçeve (MÜSİAD Yayını), Sayı: 43, 2007, Sayfa: 16-19.

Güler, Birgül Ayman, Devlette Reform Yazıları, Ankara: Paragraf Yayınları, 2005.

OECD, Türkiye’de Düzenleyici Reformlar, Ankara: Başbakanlık Yayını, 2002.

Parasız, İlker, İkinci Kuşak Kalkınma Politikaları ve Reformlar, Bursa: Ezgi Kitabevi, 2003.

Przeworski, Adam, Demokrasi ve Piyasa, Çev. İlter Turan, Ankara: TDV Yayını, 2004.

Sak, Güven, “Nereden Çıkıyor Bu İkinci Nesil Reform Meselesi”, TEPAV Bülten, Sayı: 3, Kasım 2007, Sayfa: 1-4.

TEPAV, “Kamu Yönetimi Reformunda Mevcut Durum”, Kasım 2006, www.tepav.org.tr.

TEPAV, İkinci Nesil Reform Sürecinin Öncelikleri, Ankara: TEPAV Yayını, 2007.

TÜSİAD, “Ekonomik Görünüm ve Politikalar” (19.10.2007), www.tusiad.og.tr.

Kamu Yönetimi Reformu ve Demokratikleşme Sorunu

--------------------------------
Doç. Dr. Faruk ATAAY
-------------------------------------------------------------------------------------
Makalenin Yayınlandığı Yer: Kamu Yönetimi Dünyası Dergisi (KAYUD Yayını), Ocak-Mart 2005.

-------------------------------------------------------------------------------------

Günümüz Türkiye’sinde “kamu yönetimi reformu” adı verilen bir reform programı yürürlüğe konmaya çalışılmaktadır. Devletin pekçok sektörde üstlendiği görevleri ve bu görevleri yerine getirmek üzere kurulan kamu örgütlenmelerini yeniden düzenleyen bu reformlar, “yapısal uyum reformları” başlığı altında toplanmaktadır. Yapısal reformların gündeme getirilip uygulamaya geçirilmesinde IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, OECD gibi uluslararası sermaye örgütlerinin önemli ölçüde belirleyici olduğu görülmektedir. Ayrıca, Avrupa Birliği ile uyum süreci de, reform sürecine bir başka katkıyı oluşturmaktadır.

1980’de neoliberal politikaların uygulamaya geçirilmesiyle başlatılan yapısal reformlar, temelde, devlet-piyasa ilişkilerinin yeniden düzenlenmesini amaçlamaktaydı. Aşırı birikim krizi içindeki sermayenin yeni yatırım alanları arayışına çözüm bulma amacından kaynaklı olan bu süreç, devletin, çeşitli sektörlerdeki girişimlerinin tasfiye edilerek, “üretici” konumdan uzaklaştırılmasını öngörmekteydi. Bu dönemde daha çok “minimal devlet” ya da “gece bekçisi devlet” adı ile anılan bu devlet modeli eliyle devletin ekonomiye yönelik müdahalelerinin daraltılması hedeflenmekteydi. Ancak, bu dönemde devletin ekonomiye yönelik müdahalelerinin azaltılması süreci de oldukça “seçmeci” bir biçimde gerçekleşmiş, devletin çalışan sınıflara yönelik sosyal hizmetleri ve bu hizmetler için ayrılan kaynaklar adım adım azaltılırken, sermayenin desteklenmesine yönelik müdahaleleleri ve harcamaları azalmak yerine artmıştı.

Yapısal reformlar, 1980’le başlayan ekonomik yeniden yapılanma sürecinde gündeme gelmiş ve 1980’li ve 1990’lı yıllara damgasını vurmuş olmakla birlikte, son yıllarda neoliberal yapısal reform anlayışında bazı yenilikler gündeme gelmiştir. IMF ile 1998 ve 1999’da imzalanan anlaşmalarla başlayıp, DSP-MHP-ANAP hükümeti döneminde Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, AKP hükümeti döneminde de Acil Eylem Planı başlığı altında sürdürülen bu reform programı, “İkinci Kuşak Yapısal Reformlar” adıyla anılmaktadır.
İkinci Kuşak Yapısal Reformlar, esasen, Birinci Kuşak Yapısal Reformlar adıyla anılan 1980 sonrası reformların tamamlayıcısı niteliğindedir. Bu çerçevede, devletin ekonomik ve sosyal yaşama müdahalelerinin daraltılması ve üretici konumundan uzaklaştırılması anlayışı sürdürülürken, devletin “düzenleyici” rolüne yönelik vurgular önemli ölçüde artmıştır. Buna göre, devlet ekonomiye müdahale etmemeli, ekonomik girişimlerde bulunup üretici konumunda yer almamalı, buna karşılık piyasanın düzenlenmesine yönelik daha etkin önlemler almalıdır. Bu anlayışın en önemli sonucu, devletin sektörleri/piyasaları düzenlemeye yönelik görevlerinin klasik bakanlık hiyerarşisindeki örgütlenmelerden alınıp, “özerk” üst kurullara aktarılması olmaktadır. “Ekonomi ile siyasetin ayrılması”, “ekonomik sorunların ‘teknik’ bir bakış açısı ile ele alınması” gibi sloganlarla yürütülen bu program, temelde, ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesi sürecini, “teknokrasi” retoriği eşliğinde, bütünüyle sermayenin denetimine sokmayı hedeflemektedir. Yapısal reformların “ekonomik rasyonalizasyonun sağlanması” gerekçesi ile meşrulaştırılmasını hedefleyen bu retorik, devletin içinde bulunduğu borç krizi, enflasyon gibi ekonomik sorunların “kalıcı” çözümünün de yapısal reformlardan geçtiğini ileri sürmektedir. Ancak, yapısal reformlar, neoliberallerin savunduğu gibi, ekonomik rasyonalizasyonun ve makroekonomik dengelerin sağlanmasını değil, sermayenin yeni yatırım alanları sorununu çözmek üzere gündeme getirilmektedir. Bu programın en doğrudan sonucu, ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesi sürecinde sermayenin ağırlığının iyice arttırılıp, çalışan sınıfların bütün kazanımlarının yok edilmesi olmaktadır. Zaten, neoliberalizmin “ulus devletin sonu” ve “devletin küçültülmesi” retoriği de, devletin işlevlerinin ve ekonomiye müdahalelerinin azalmasından çok, devletin ekonomiye müdahalelerinin sermaye lehine yeniden düzenlenmesine yol açmaktadır.

Günümüzde yasalaştırılma çalışmaları sürdürülen kamu reformu çok kapsamlı bir program olmakla birlikte, devletin yeniden yapılandırılması açısından temelde üç ana başlıkta ele almak olanaklı görünmektedir: (1) Merkezi yönetimin köklü bir biçimde dönüştürülmesi, (2) Taşra yönetiminin yeniden düzenlenmesi, (3) Devlet-piyasa ilişkilerinin yeniden yapılandırılıp, kamu hizmetlerinin metalaştırılması.

I. Günümüzde gündemde olan kamu reformu, merkezi devleti köklü bir biçimde dönüşüme uğratmaktadır. Bugüne kadar merkezi yönetim (hükümet-bakanlıklar) hiyerarşisi altında yerine getirilen pek çok görev/hizmet, ya özerk üst kurullara ya da yerel yönetimlere aktarılmaktadır. Böylece, merkezi yönetim, ağırlıkla savunma, güvenlik, dış ilişkiler, adalet gibi işlevlerle sınırlanmaktadır.

Merkezi devletin pek çok görevi, “düzenleyici devlet” anlayışı doğrultusunda düzenleyici üst kurullara aktarılmaktadır. İlk olarak Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK) kuruluşu ile başlayan ve enerji, telekomünikasyon, tütün, rekabet gibi alanlara yayılıp, Merkez Bankası özerkliği ile pekişen bu adımlar, ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesi sürecini, siyasal iktidarın sorumluluğundan alıp, doğrudan uluslararası sermaye örgütleri ve ilgili sektörlerde yatırım yapan şirketlerin katılımıyla yürütülmesini öngören bir yönetim düzeneğini gündeme getirmektedir. Günümüzde, ekonomik sektörlerin önemli bir bölümünün bağımsız düzenleyici kurullar tarafından yönetildiği/düzenlendiği görülmektedir. Böylece, ekonomik ve sosyal politikalar büyük ölçüde, siyasal iktidarların yetki alanından çıkartılmış olmakta, bölüşüm ilişkilerinin köklü bir biçimde değiştirilerek, sermaye lehine büyük operasyonların gerçekleştirildiği ve emeğin kazanımlarının yok edildiği bir süreç, “teknokrasi” retoriği eşliğinde, bütünüyle tepeden inmeci bir yaklaşımla belirlenmektedir. Nitekim, yönetsel yapılardaki bu değişiklikler, ekonomik sektörlerdeki tekelleşme süreçleriyle de uyum göstermektedir.

Üst kurulların kurulup yaygınlaşması süreci, esasen, neoliberalizmin ekonomik ve sosyal politikalara ilişkin karar alma süreçlerinin siyasal mekanizmalardan uzaklaştırılması amacından kaynaklanmaktadır. Bilindiği üzere, neoliberalizmin ayırıcı özelliğini oluşturan “ekonominin popülizme alet edilmemesi”, “ekonomik kararların ‘teknik’ bir bakış açısıyla belirlenmesi”, “ekonomi ile siyasetin birbirinden ayrılması” gibi savlar, neoliberalizmin demokrasiyi bir yük olarak gördüğünü uzun bir süredir göstermektedir. Hayek, Friedman, Huntington gibi neoliberal ideologların, “ekonomik yaşamın demosun (halkın) denetiminden kurtarılması”, “devletten hizmet talep eden toplumsal grupların siyasetin dışına itilmesi” gibi sözlerle dile getirdikleri talep, günümüzde düzenleyici üst kurullar aracılığı ile uygulamaya geçirilmektedir.

II. Bu sürecin bir başka ayağı, merkezi devletle yerel yönetimler arasındaki görev bölüşümünün yeniden düzenlenmesi çerçevesinde gerçekleştirilmektedir. Yapılan yasal düzenlemeler, geçmişte bakanlıklar hiyerarşisi altında yerine getirilen pek çok görevin/hizmetin de yerel yönetimlere aktarılmasını sağlamaktadır. Son dönemde yasalaştırılan, İl Özel İdaresi, Belediye ve Büyükşehir Belediyesi Yasaları ile Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı pek çok bakanlığın taşra örgütlenmesinin kapatılarak görev, yetki, bina-araç-gereç ve personelinin yerel yönetimlere aktarılmasını gündeme getirmektedir. “Yerel halka güç aktarımı” ve “karar alma süreçlerinin halka yakınlaştırılması” biçiminde gerekçelendirilen bu süreç, kamu hizmetlerine ayrılan kaynakların sınırlanmasına yol açtığından, gerçekte yerel halka güç aktarımı yapılmasına değil, çalışan sınıfların merkezi devlet düzeyindeki kazanımlarının yok edilmesine yol açmaktadır.

Kısacası, merkezi devletin ve yerel yönetimlerin yeniden düzenlenmesine yönelik reformlar, temelde, merkezi devleti “kolluk” işlevleriyle sınırlı bir yapılanmaya evriltmektedir. Bu süreçte, merkezi devletin bir diğer önemli işlevi ise, artık bütünüyle sermayeye kaynak aktarım mekanizmasına dönüşen “borç idaresi” olacaktır. Kamu hizmetlerine ayrılan kaynaklar iyice sınırlanırken, bütçedeki “faiz dışı fazla” miktarı arttırılarak, devletin borç ödeme kapasitesi yükseltilmeye çalışılmaktadır. Nitekim, yerel yönetimlere aktarılan görevlerle kaynakların eşitsiz olması da, bu süreci tamamlayan bir başka adım olmaktadır. Böylece, devletin yeniden yapılandırılması süreci, temelde, sermayeye kaynak aktarımını sağlayan “borç idaresi” sürecinin yönlendirmesi altında yürütülmüş olmaktadır.

III. Kamu reformunun üçüncü temel ayağı ise devlet-piyasa ilişkilerinin yeniden düzenlenerek, “kamu hizmetlerinin metalaştırılması” yolunun açılmasıdır. Böylece, geçmişte doğrudan sermaye birikimi mantığından uzak kalmış olan kamu hizmetlerine, sermayenin değerlenme alanları olarak işlev kazandırılmaktadır.

Kamu hizmetlerinin metalaştırılması konusunun anlaşılabilmesi için öncelikle, kamu hizmetlerinin görülüş yöntemleri üzerinde kısaca durmak yararlı olacaktır. Günümüz Türkiye’sinde geçerli olan yasal mevzuata göre, kamu hizmetlerinin dört ana yöntemle görülebileceğini söylemek olanaklıdır. Bunlar, (1) hizmetin devlet eliyle görülüp, bütçeden finanse edilmesi, (2) hizmetin devlet eliyle görülüp, fiyatlandırma ile finanse edilmesi, (3) hizmetin özel kişiler eliyle görülüp, fiyatlandırma ile finanse edilmesi, (4) hizmetin özel kişiler eliyle görülüp, bütçeden/sosyal güvenlik fonlarından finanse edilmesi (hizmet satın alma yöntemi). Bu yöntemler arasında, hizmetin devlet eliyle görülmesi yöntemlerinde hizmet kâr amacı taşımazken, hizmetin özel kişi eliyle görülmesi durumunda kâr amacı güdülmektedir. Diğer yandan, finansman yöntemi olarak fiyatlandırmanın seçilmesi durumunda hizmetten yararlananlar tıpkı bir “müşteri” gibi hizmetin karşılığında belirli bir bedel ödemek zorunda bırakılırken, hizmetin bütçeden ya da sosyal güvenlik fonları gibi kamusal fonlardan finanse edilmesi durumunda hizmetten yararlananların hizmetin finansmanına katkısı vergi ya da sosyal güvenlik primi ödemek gibi “kamusal” dolayımlarla olmaktadır. Böylece, bu yöntemlerde, hizmetten yararlananların konumu hak sahibi “yurttaş” olarak belirlenmektedir.

Bu kısa açıklamadan sonra, kamu hizmetlerinin metalaşması konusuna gelinecek olunursa, metalaşma temelde iki ana yöntemle olmaktadır. İlk yöntem, kamu hizmeti statüsündeki hizmetlerin bu kapsamdan çıkartılarak piyasa faaliyeti statüsüne kavuşturulmasıdır. İkinci temel yöntem ise, “kamu hizmetlerinin özel kişilere gördürülmesi” yoludur. Neoliberal dönemde her iki metalaşma yolu da çeşitli hizmetler için sözkonusu edilebilmekle birlikte, son dönemde gerçekleştirilen yasal düzenlemelerde daha çok “kamu hizmetlerinin özel kişilere gördürülmesi” yöntemi tercih edilmektedir. Böylece, kamu hizmetleri kâr amaçlı faaliyetler haline getirilip, bu hizmetlerden yararlanma da bir yurttaşlık hakkı olmaktan çıkartılmakta, böylece yurttaşların ekonomik ve sosyal hakları kısıtlanmış olmaktadır. Sermayenin yeni yatırım alanları gereksinimi nedeniyle gündeme gelen bu düzenlemelerin, çalışan sınıfların kazanımlarının yok edilmesine yol açtığı açıktır.
Kamu hizmetlerinin metalaştırılması süreci, sermaye açısından, sosyal harcamaların kısılmasını, emek maliyetlerinin düşürülmesini ve böylece hem sermayenin vergi yükünün hafifletilmesini hem de kamusal fonların sosyal harcamalar yerine sermayenin kullanımına sunulmasını sağlayarak, sermayenin kârlılığının arttırılması anlamına gelmektedir. Özelleştirme süreci, diğer yandan, devletin, piyasaları düzenlemek ve toplumsal refah açısından önemli bazı mal ve hizmetlerin toplumun en geniş kesimlerince yararlanılabilecek şekilde üretilmesini sağlamak gibi işlevlerini ortadan kaldırmaktadır. Bu durum, sosyal politikalar uygulamak isteyen hükümetler açısından politika araçlarının ortadan kalkmasına yol açmaktadır. Sosyal devlet uygulamalarının tasfiyesi, gelir dağılımının bozulması, kamu hizmetlerinin işlemez duruma gelmesi, toplumun alt gelir gruplarının sosyal devlet şemsiyesinden yoksun kalması, işsizlik gibi toplumsal sorunlara yol açmaktadır.

İkinci Kuşak Yapısal Reformlar ve Demokratikleşme

Temel özellikleri bu şekilde ortaya çıkan İkinci Kuşak Yapısal Reformların meşrulaştırılmasında “demokratikleşme” retoriğinin son derece ön planda olduğu görülmektedir. Devletin ekonomiye müdahalelerinin azaltılmasının, devletin demokratikleşmesinin ve “sivil toplumun güçlendirilmesinin” temel koşulu olarak ortaya konması, neoliberal reformların “demokratikleşme” ile özdeşleştirilmesinde temel rolü oynamaktadır. Böylece, hem ekonomik sorunların kaynağı olarak sosyal devlet uygulamaları gösterilir ve sosyal devletin tasfiyesi doğrultusunda bir ideolojik ortam yaratılırken, hem de neoliberalizm ile demokrasi özdeşleştirilerek, neoliberalizme toplumsal meşruiyet kazandırılmaya çalışılmaktadır. Bu doğrultuda, “hukuk devleti”, “insan hakları”, “hesap verebilir yönetim anlayışı”, “şeffaflık”, “yolsuzlukların önlenmesi”, “katılımcılık”, “sivil topluma güç aktarımı”, “yerindenlik” gibi kimi demokratik özlemler neoliberal reformların doğal bir sonucu olarak sunulmaktadır. Böylece, ekonomik liberalizm ile siyasal liberalizm özdeşleştirilmekte, siyasal liberalizmi olanaklı kılan tek ekonomik modelin neoliberalizm olduğu ileri sürülmektedir.

Neoliberalizm günümüzde demokratikleşmenin en önemli biçimlerinden biri olarak “yönetişim” (governance) adı verilen mekanizmaları gündeme getirmektedir. Neoliberal yaklaşım, günümüzde, ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesi sürecinin siyasal iktidarın yetki alanından alınıp özerk kurulların yetkisine verilmesini meşrulaştırırken, üst kurullarda uygulamaya geçirilen “yönetişim” mekanizmasının “demokratik bir açılım oluşturduğu” savına dayanmaktadır. Buna göre, çeşitli toplumsal kesimleri temsil eden sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinin üst kurullarda temsil edilmesinin ve üst kurulların karar alma süreçlerinde ilgili sivil toplum örgütlerinin görüşlerine de başvurmasının, ekonomik karar alma süreçlerine toplumsal katılımı sağladığı ileri sürülmektedir. Oysa, üst kurullar, sivil toplum örgütleri kapsamına neredeyse yalnızca ilgili sektörlerde yatırım yapan şirketleri ve onların örgütlerini almaktadır. Dolayısıyla, “toplumsal uzlaşma” görüntüsü altında gerçekleştirilen düzenlemeler, sermaye politikalarına meşruiyet sağlama çabasından başka bir anlama gelmemektedir.

İkinci Kuşak Reformların “demokratikleşme” açısından meşrulaştırılmasında ikinci önemli argüman “yerelleşme” başlığı altında gündeme getirilmektedir. Bu çerçevede, hizmetlerin yerinden üretilmesinin yerel halka yakınlığı sağlaması, yerel katılımın arttırılarak yerel tercihlerin etkin kılınması, STK’ların katılımıyla oluşturulacak kent konseylerinin yerel demokrasiyi geliştirmesi (yönetişim), yerel yönetimler üzerindeki merkez vesayetinin azaltılarak “seçilmişler”in “atanmışlar” karşısında güçlendirilmesi gibi argümanlar ileri sürülmektedir. Böylece, yerelleşme ile demokratikleşme özdeşleştirilerek, yerelleşmenin demokratikleşmenin vazgeçilmez bir unsuru olduğu savunulmaktadır.

Buraya kadar gösterilmeye çalışıldığı üzere, günümüzde neoliberal demokrasi anlayışı, temelde merkezi devlet düzeyinde üst kurullarda “yönetişim” mekanizmasının, yerel düzeyde de “yerelleşme”nin demokratikleşmenin temel direkleri olduğunu ileri sürmektedir. Böylece, İkinci Kuşak Yapısal Reformların kurmaya giriştiği “düzenleyici devlet” modeline uygun bir demokrasi anlayışı geliştirilmeye çalışılmaktadır. Kanımızca, bu demokrasi anlayışının önemli sorunları bulunmaktadır.
İlk olarak, bu anlayış, merkezi devlet düzeyinde yetkileri siyasal iktidardan düzenleyici üst kurullara kaydırarak, toplumun büyük bölümünü oluşturan çalışan sınıfların siyasal karar alma süreçlerini etkileyebilme olanaklarını sınırlandırmayı amaçlamaktadır. Zaten, üst kurulların meşrulaştırılmasında bir yandan “teknokrasi” argümanına dayanılması, bir yandan da “yönetişim” mekanizmasının karar alma süreçlerine toplumsal katılımı sağlayacağının ileri sürülmesinde görülen açık çelişki de bu durumun açık göstergesi olmaktadır. Üst kurulların gündeme getirilmesinin “demokratikleşme” amacı ile bir ilgisi olmadığı, tam tersine asıl amacın siyasal karar alma süreçlerine toplumsal katılımı sınırlamak olduğu bilinmektedir. Genel oy ve serbest seçim mekanizmasıyla başa geçen ve seçmenlerine karşı siyasal sorumluluğu bulunan siyasal iktidarların yetkilerinin kısılıp, hiçbir siyasal sorumluluğu bulunmayan ve seçim gibi bir temsiliyete dayanmayıp tamamıyla atama ile oluşturulan üst kurulların yetkilendirilmesi, demokratikleşme amacıyla bütünüyle uyumsuzdur.

Seçilmiş siyasal iktidardan atanmış üst kurullara yetki devri, neoliberallerin yerel düzeyde ortaya attıkları “seçilmişleri atanmışlar karşısında güçlendirme” argümanı ile de açık bir çelişki taşımaktadır. Bilindiği üzere, merkezi yönetimin taşra teşkilatının bazı görev ve yetkilerinin yerel yönetimlere aktarılması bu argümanla savunulmaktadır. Oysa, merkezi düzeyde tam tersi bir uygulamaya gidilmektedir. Bu çelişki de, neoliberalizmin demokratikleşme savunusunu inandırıcılıktan uzaklaştırmaktadır.

Diğer yandan, yerelleşmeyle demokratikleşmenin “katılım” argümanı aracılığıyla özdeşleştirilmesi de bütünüyle sorunludur. Bilindiği üzere, yerelleşme ile demokratikleşmeyi özdeşleştiren yaklaşım, temelde, merkezi organlara gidildikçe “siyasal temsil”, yerel organlara gidildikçe de “siyasal katılım” mekanizmasının öne çıkacağı savına dayanarak, yerelleşmeyi temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş doğrultusunda çok önemli bir adım olarak sunmaktadır. Bu yaklaşım, yerel düzeydeki siyasal mekanizmaların da “siyasal katılım” değil, “siyasal temsil” yoluyla gerçekleştiği gerçeğini gözardı ettiği gibi, demokrasiyi yalnızca bir karar alma mekanizmasına indirgemiş de olmaktadır. Oysa, demokrasinin böylesi “biçimsel” boyutları bulunduğu gibi, “içeriğe ilişkin” bir boyutu da bulunmaktadır. Demokrasi, gerçekte, kamu politikalarının toplumsal taleplere ve toplumsal gereksinimlere uygun bir biçimde belirlenmesi ve uygulanması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, demokratikleşme tartışmasında, demokrasinin biçimsel koşulları kadar, devletin toplumsal gereksinimlere yanıt vermesinin sağlanıp sağlanmadığı konusu üzerinde de durulması zorunluluğu bulunmaktadır.
Kanımızca, demokrasiyi bu şekilde biçimsel bir mekanizmadan ibaret gören neoliberal yaklaşım, demokrasinin içeriğini boşaltan bir etki yapmaktadır. Oysa, gerçekte, demokrasi, herşeyden önce yurttaşlara sağlanan haklarla ilgili bir sorundur. Bir başka deyişle, bir demokrasinin gelişkinliğinden söz ederken, öncelikle yurttaşlara sağlanan hakların gelişkinliği üzerine değerlendirme yapma zorunluluğu bulunmaktadır. Özellikle de, devletin işlevlerini ve örgütlenme biçimini bütünüyle değiştirmeye yönelen bir kamu yönetimi reformunun demokratikleşme amacı açısından değerlendirilmesinin, yalnızca “biçimsel” mekanizmalara bakılarak yapılması, oldukça eksik bir değerlendirme olarak kalacaktır. Kamu reformunun demokratikleşme açısından değerlendirilmesinde, yurttaşlara sağlanan hakları nasıl etkilediği konusu, temel bir değerlendirme ölçütü olmak durumundadır. Kamu reformu üzerine yukarıda yapılan değerlendirmeler, reformun gerçekte bölüşüm ilişkilerinin sermaye lehine ve emek aleyhine değiştirilmesi, çalışan sınıfların kazanımlarının yok edilmesi ve sosyal hakların kısıtlanması anlamına geldiğini göstermişti. Dolayısıyla, demokrasi konusunda böylesi bir bakış açısından hareket edildiğinde, neoliberal yaklaşımın, kamu reformunun demokratikleşmeye etkileri konusundaki iyimserliğini paylaşmak mümkün görünmemektedir.

Kanımızca, neoliberalizmin demokrasi anlayışında köklü sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunların önemli bir kaynağı “ekonomik liberalizm” ile “siyasal liberalizm”in özdeşleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa, kapitalizmin tarihi, ekonomik liberalizmle siyasal liberalizmin özdeşliğini değil, tam tersine siyasal liberalizme en çok yaklaşılan dönemlerin ekonomik liberalizmden en çok uzaklaşılan dönemler olduğunu göstermektedir. Bilindiği üzere, günümüzde liberal demokrasinin en temel özellikleri arasında sayılan genel ve eşit oy hakkına dayalı seçim, yurttaşlık haklarının genelleşip nüfusun tamamına tanınması gibi özellikler, daha çok “sosyal devlet”in kurumsallaşmaya başlaması ile paralel olarak ortaya çıkıp yerleşiklik kazanmıştır. Bir başka deyişle, siyasal liberalizm ekonomik liberalizm üzerinde değil, sosyal devlet zemini üzerinde yükselmiştir. Bu da şaşırtıcı olmamalıdır. Kapitalizmde ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkiler bunu kaçınılmaz kılmaktadır. Temelde eşitsizliklere dayalı bir egemenlik ilişkisi olan kapitalizmde, toplumun büyük bölümünü oluşturan çalışan sınıfların rejime desteğinin sağlanması ve liberal demokrasinin istikrarlı bir biçimde yaşayabilmesi ancak geniş bir sosyal devlet şemsiyesinin oluşturulması ile mümkün olabilmiştir. Oysa, günümüzde uygulamaya geçirilen kamu reformu, sosyal devlet uygulamalarını bütünüyle tasfiye etmek üzere kurgulanmış bulunmaktadır. Bir başka deyişle, yurttaşlara sağlanan ekonomik ve sosyal hakların tasfiyesini gündeme getiren kamu reformu, temelde, yurttaşlık haklarının ve demokrasinin gerilemesine yol açmaktadır.

Neoliberalizm, günümüzde, sosyal devletin yarattığı siyasal kültür ve demokrasi anlayışını radikal bir biçimde yok etmeye çalışmaktadır. Neoliberalizm, toplumsal kaynakların bölüşümünün siyasal süreçlerin temel omurgasını oluşturduğu; siyasal mücadelelerin, devletin hangi görevleri yerine getireceği, kullandığı kaynakların hangi toplumsal kesimlere aktarılacağı, kamu kaynakların hangi hizmetlerin yerine getirilmesinde kullanılacağı gibi sorunlar etrafında döndüğü “çoğulcu demokrasi” anlayışını ortadan kaldırarak, bütün partilerin tektipleştirildiği, seçmenlerin ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesi sürecinden dışlandığı, bütün kararların teknokratik mekanizmalarla belirlendiği bir “demokrasi” anlayışını uygulamaya geçirmeye çalışmaktadır. Günümüzde, Türkiye’de uygulamaya geçirilmeye çalışılan kamu yönetimi reformu, yukarıda açıklanan özellikleriyle, bu sürecin oldukça ileri bir aşamasını temsil etmektedir.

Yerelleşme ve Kalkınma Sorunu: Kamu Yönetimi Reformu Üzerine Değerlendirme

----------------------------------------------------------------------
Doç. Dr. Faruk Ataay - Yrd. Doç. Dr. Atilla Güney
----------------------------------------------------------------------
Makalenin alındığı kaynak: Mülkiye Dergisi, Sayı: 243, 2004.
----------------------------------------------------------------------

Giderek ağırlaşan bir krizle karşı karşıya bulunan Türkiye’de, toplumsal yaşamın hemen her alanının yeniden yapılandırılmasını öngören bir “reform” süreci yaşanıyor. Söz konusu yeniden yapılanma sürecinden en büyük payı da, küresel değişime ayak uyduramadığı gerekçesiyle krizin baş sorumlusu ilan edilen devlet alıyor. Özellikle son birkaç yıldır, personel rejiminden yargı ve denetim mekanizmalarına, siyasal kurumlardan bürokrasiye ve yerel yönetimlere, neredeyse bütün devlet kurumlarının yeniden yapılandırılmasına ilişkin proje ve tartışmalar gündemi işgal ediyor. Merkezi yönetim ile yerel yönetimlerin ilişkilerinin yeniden düzenlenmesine ilişkin tartışmalar da, bu reform dalgasının en önemli başlıklarından birini oluşturuyor. Günümüzde, “yerelleşme” başlığı altında ele alınan bir reform paketi, Türkiye toplumunun içinde bulunduğu yapısal krize yanıt oluşturacağı ileri sürülen neoliberal reform programının en temel unsurlarından biri olarak gündeme getiriliyor. Bu kapsamda gündeme gelen Kamu Yönetimi Reformu, hem merkezi yönetim-yerel yönetim ilişkilerinin hem de her bir yönetim kademesinin örgütlenme biçiminin ve bu alanlarda uygulanan politikaların yeniden düzenlenmesini öngörüyor. Devletin örgütlenme biçimini köklü bir biçimde dönüştürmeyi öngören bu reform programı, aynı zamanda devletin sosyal hizmetler, altyapı hizmetleri ve üretken sektörlerdeki görevlerinin yeniden tanımlanması amacını da taşıyor.

Reform paketi kapsamında bugüne kadar Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun, İl Özel İdaresi Kanunu, Belediye Kanunu, Büyükşehir Belediyesi Kanunu ve Kalkınma Ajansları Kanunu meclisten geçmiş bulunuyor. Bu yasalardan ilki Anayasa’ya aykırılık nedeniyle Cumhurbaşkanı’nca bir kez daha görüşülmek üzere meclise geri gönderilmesinden sonra kadük olurken, diğer yasalar yürürlüğe girmiş bulunuyor . Reform paketi ve tasarıların, kamuoyuna açıklanmalarından yasalaştırılmaları ve Cumhurbaşkanı’nca veto edilmeleri süreci boyunca, konuya farklı açılardan ve farklı perspektiflerle yaklaşan pekçok çalışmaya ve oldukça geniş bir tartışmaya konu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır . Ancak bu tartışmalarda özellikle iki noktanın üzerinde yeterince durulmadığını düşünüyoruz. İlk olarak, reform paketinin kuramsal dayanakları yeterince tartışılmış değil. Bu eksiklik, reform programı konusunda yeterince açık bir kavrayışa ulaşılamamasının da en önemli nedenlerinden birini oluşturuyor. İkinci olarak, reform paketinin ne tür bir kalkınma stratejisi çerçevesinde gündeme getirildiği üzerinde yeterince durulmuş değil. Bu eksiklik de, yeni yapılanmanın ne tür bir kalkınma stratejisine hizmet edeceğinin ve bu stratejinin ülkenin sorunlarına yanıt verip veremeyeceğinin anlaşılabilmesini engellemektedir.

Bu çalışmada, reform paketinin ve yasaların (ve tasarıların) ayrıntılı bir incelemesi yerine, reform programı üzerine daha genel bir perspektif oluşturulması hedeflenmektedir. Çalışmada, öncelikle, reform paketine dayanak oluşturan kuramsal yaklaşımlar ve reformun gerekçelendirilmesinde öne çıkan argümanlar tartışılacaktır. Bu doğrultuda, çalışmanın ilk bölümünde, reform programı üzerine yürütülen tartışmalarda yaygın olarak kabul gören neo-liberal ve post-Fordist kuramlardan kaynaklı yaklaşımlar incelenecektir. Sonrasında da, reform programı üzerine eleştirel bir değerlendirme geliştirilmeye çalışılacak, böylesi bir değerlendirme yapılırken de, özellikle reform programının ne tür bir kalkınma stratejisinin parçası olduğu, bu stratejinin bölüşüm ilişkileri açısından ne anlama geldiği ve nasıl bir devlet örgütlenmesini gündeme getirdiği gibi sorulara odaklanılacaktır.

I. YERELLEŞME ÜZERİNE EGEMEN YAKLAŞIMLAR

I.1. Yerelleşmeye İlişkin Neo-Liberal Yaklaşım

Kamu yönetimi reform paketine kuramsal dayanak oluşturan ve yasaların gerekçelerine de damgasını vuran kuramsal yaklaşım, asıl olarak neo-liberalizmdir. Reform paketi, temelde, neo-liberalizmin ünlü “sanayi sonrası toplum” (enformasyon toplumu - bilgi toplumu) kuramı ile IMF ve Dünya Bankası’nın son yıllarda geliştirdiği “düzenleyici devlet” anlayışının bir bileşimi ile savunulmaktadır. Bu çerçevede, kamu yönetiminin yeniden yapılandırılmasına ilişkin reform paketi asıl olarak “sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş” ve “küreselleşme” süreçlerine uyum gereği ile gerekçelendirilmektedir.

Genelde devletin yeniden yapılandırılmasına, daha özelde de yerelleşmeye ilişkin neo-liberal yaklaşım, temelde, devletin ağır bir “yönetilemezlik krizi” içinde bulunduğu tespitinden hareket etmektedir. Oldukça yaygın kabul gören bu yaklaşıma göre, merkeziyetçi yönetim anlayışının doğal sonucu olarak ortaya çıktığı ileri sürülen “hantal devlet yapısı”, hizmetlerin verimli bir biçimde yerine getirilmesine engel olmakta, bu durum, hem hizmetlerin niteliğini düşürmekte hem de daha yüksek maliyetlerle üretilmesine neden olmaktadır. Bunun sonucunda, devlet mali krize girmekte, sorunlar iyice ağırlaşmaktadır. Neo-liberal yaklaşım, “yolsuzluklar”, “popülizm”, “siyasetçilerin oy avcılığı” gibi esas itibariyle “devletin kaynak dağıtan bir kurum olması”nın sonucu olarak görülen sorunların, devleti, mali krize sokan diğer etmenler olduğunu öne sürmektedir. Neo-liberal yaklaşıma göre, devletin içine düştüğü yönetilemezlik krizi, hizmetlerin çağdaş gelişmelere uygun bir biçimde düzenlenmesine engel oluşturmakta, kamu hizmetleri verimli bir biçimde üretilememekte, kaynaklar verimli kullanılamamakta, sonuç olarak bütün bunlar ekonomik gelişmeyi önlemektedir. Bu durum, toplumsal refahı da olumsuz etkilemekte, sosyal fayda düşmektedir.

Neo-liberalizmin buraya kadar kısaca özetlenen argümanlarında da açıkça görüldüğü üzere, neo-liberal yeniden yapılandırma projesi asıl olarak merkeziyetçi ve müdahaleci yönetim anlayışına atfedilen “aşırı ve hantal bürokrasi” retoriği ile meşrulaştırılmaya çalışılmakta, bürokrasi-siyasetçi-piyasa ilişkisinin kavramlaştırılmasında kullanılan “aşırı genişlemiş devlet” (over extended state) ve “rantiyer devlet” (rent-seeking state) gibi formülasyonlar da, bu sürecin kuramsal dayanağını oluşturmaktadır. Neo-liberalizmin iddiası, devlet aşırı genişlediği için kaynakların verimli kullanılamadığı ve kamu hizmetlerinin verimli bir biçimde üretilemediği, ekonomik gelişmenin de bu nedenlerle sağlanamadığıdır. Neo-liberalizmin “rantiyer devlet” kavramlaştırmasında temel vurgu bürokrasi/siyaset ilişkisinedir. Neo-liberallere göre, devlet yönetimine hakim olan bürokratik/siyasal elitler devletin kaynak dağıtan bir kurum olmasından kaynaklanan gücünü kaybetmek istemediğinden reform çabalarına engel olmakta, devletin zenginlik dağıtan bir kurum olarak kalmasını, böylelikle de kendi çıkarları doğrultusunda politikaların egemen olmasını istemektedirler. Oysa, devletin yeniden yapılandırılmasını öngören neo-liberal reform programı, devletin etkinlik sorunlarını çözerek rasyonelleşmesini sağlayacak, böylece ekonomik gelişme ve toplumsal refahı gerçekleştirmenin yolu açılacaktır.

Özetle, neo-liberal yaklaşım, devletin yeniden yapılandırılmasına ilişkin reform programını savunurken asıl olarak “devletin zenginlik dağıtan bir kurum olmaktan çıkartılması gereğini” öne sürmekte, bunun yolu olarak da “özelleştirme” ve “devletin küçültülmesi” yolunu göstermektedir. Bu adımlar sayesinde, hem “yolsuzluk” ve “popülizm” eğilimlerinin önüne geçileceği, hem de devletten daha verimli işletmeciliği sağlayacağı iddia edilen “piyasa” mekanizması eliyle kaynakların daha etkin kullanılacağı düşünülmektedir.

Neo-liberal reform programının bir diğer önemli ayağı da “yerelleşme”dir. Yerelleşmenin, hizmetlerin yerinde görülmesini sağlayarak, hantallığa yol açtığı varsayılan merkeziyetçi yönetim anlayışından kaynaklı etkinlik sorunlarının çözülmesine de katkı yapacağı ileri sürülmektedir. Böylece, devletin hantallık ve verimsizlikten başka bir sonuç doğurmadığı ileri sürülen merkeziyetçi yapısına son verildiğinde, küreselleşme sürecine uyumlu, dinamik, rekabetçi bir toplum hedefine ulaşmanın önündeki en önemli engelin de aşılmış olacağı düşünülmektedir. Sonuçta, hem ülkenin yabancı sermaye yatırımları açısından daha cazip koşullara kavuşmuş olacağı, hem de piyasanın sağladığı dinamizm sayesinde ekonomik gelişmenin hızlanacağı ileri sürülmektedir.

“Yerelleşme”nin liberal savunusunda dile getirilen diğer bir argüman, yerelleşmenin demokratikleşmeyi sağlayacağı doğrultusundadır. Nitekim, hizmetlerin yerinden üretilmesinin yerel halka yakınlığı sağlaması, yerel yönetimler üzerindeki merkez vesayeti azaltılarak seçilmişlerin atanmışlar karşısında güçlendirilmesi, yerel katılımın arttırılarak yerel tercihlerin etkin kılınması, STK’ların katılımıyla oluşturulacak kent konseylerinin yerel demokrasiyi geliştirmesi gibi görüşler “yerelleşme”yi desteklemek üzere ileri sürülmektedir. Böylece, yerelleşmeyle demokratikleşme arasında kopmaz bir bağ bulunduğu varsayımıyla, demokratikleşme amacı yerelleşmeyi gerekçelendirmekte kullanılmaktadır.
Kısacası, neo-liberal yaklaşım “yerelleşme”yi gerekçelendirirken “ekonomik etkinlik” ve “katılımcı demokrasi” amaçlarını ortaya koymaktadır. Ancak, gerçekte, “yerelleşme”nin ne ekonomik gelişmeyi ne de demokratikleşmeyi güçlendirme olasılığı vardır . Yerelleşme projesi, ileride daha geniş olarak savunulacağı gibi, asıl olarak “yerel halkın” değil uluslararasılaşmış finansal sermayenin beklentilerini karşılamak üzere geliştirilmiş görünmektedir. Yerelleşme projesi bu haliyle “devleti küçültme” projesinin bir unsuru olmaktan, neo-liberalizm de bu süreci meşrulaştırmaktan öte bir anlam taşımamaktadır.

I. 2. Yerelleşmeye İlişkin Post-Fordist Yaklaşım

Yerelleşme projesinin gerekçelendirilmesinde ve ilgili tartışmalarda, M. J. Piore ve C. F. Sabel’in post-fordizm kuramı da yaygın bir bakış açısına kaynaklık etmektedir (DPT, 2000). Piore ve Sabel’in kuramının yerelleşme tartışmaları açısından taşıdığı önem, temelde, dünya ekonomisindeki gelişmeleri, Fordist sanayi örgütlenmesinin katılıklarının esnek uzmanlaşmaya (post-Fordizm) dayalı sanayi örgütlenmesinin yaygınlaştırılması yoluyla aşılması ve “üretimin adem-i merkezileşmesi” çerçevesinde ele alışından kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşıma göre, “küreselleşme” olarak adlandırılan süreçte, büyük ölçekli, standart mallar üretimi üzerine kurulu (Fordist) sanayiler, gelişmelere uyum sağlayamayarak hızlı bir gerileme sürecine girerken, büyük ölçüde özkaynak, yerel girişimcilik, esnek üretim (post-Fordizm) teknolojileri ve ilişkileri ile dayanışma, güven ve örgütlenme kapasitesi gibi içselleştirilmiş faktörlere dayalı sanayilerin hızlı bir gelişme gösterdiği ileri sürülmektedir. Kurama göre, dünya ekonomisine damga vuran bu eğilimler, üretimin adem-i merkezileşmesini ve küçük-orta ölçekli firmaların ekonomideki ağırlıklarının artmasını sağlamaktadır. Esnek uzmanlaşmaya dayalı sınai gelişme eğiliminin, böylece, üretimin bütün dünyaya yayılmasını sağladığı ve azgelişmiş ülkeler için de önemli fırsatlar doğurduğu savunulmaktadır (Kumar, 1999: 60-65; DPT, 2000: 179-181) .

Bu yaklaşım, KOBİ’lere dayalı ekonomik gelişmede, yerel toplulukların ve kent-bölge yönetimlerinin de önemli roller üstlendiğini ileri sürmektedir. Buna göre, işçi-işveren ilişkilerinde çatışma yerine dayanışmanın sağlanmasında, toplumsal maliyetlerin düşürülmesinde, girişimcilere ucuz arsa, vergi indirimleri gibi kolaylıklar yaratılmasında ve işgücünün mesleki eğitiminde önemli roller üstlenen yerel yönetimler, ekonomik gelişmeye katalizörlük etmektedir (Kumar, 1999: 56-57). Dolayısıyla, kurama göre, dünya ekonomisinin içinde bulunulan bu döneminde, KOBİ’lere dayalı ekonomik gelişme stratejileri ile yerelleşme projesi birbirine paralel gitmekte, günümüzün küresel eğilimlerine uyum sağlamak da bu türden bir yapılanmayı gerçekleştirmekten geçmektedir. Bu türden bir yeniden yapılanmanın gerçekleştirilememesi ise, küreselleşme sürecinin rekabetçi ortamında başarısız olunmasına neden olarak krize yol açacağından, gündemde olan reform tasarıları asıl olarak bu türden bir yeniden yapılanmayı sağlamayı hedeflemelidir (Şengül, 2003: 202-204). Zira, günümüzün rekabetçi ortamında ayakta kalmak, ancak yerel kaynakların harekete geçirilmesini sağlayarak rekabet gücünü arttıracak bir yerel yönetim yapılanmasıyla olanaklıdır (DPT, 2000).

Post-Fordizm kuramından hareketle oluşturulan bu gelişme stratejileri ve reform projelerine yönelik en temel eleştiri, söz konusu yaklaşımın, azgelişmiş ülkelerin, içinde bulunduğumuz “küreselleşme” çağında geçerli olan uluslararası işbölümüne tabi konumlarını meşrulaştıran bir sonuç doğurmasıdır. Bu nedenle de, azgelişmiş ülkelere empoze edilen ihracata yönelik “emek yoğun” sanayileri geliştirme stratejisine kuramsal arka plan oluşturduğu belirtilmektedir. Nitekim, eleştirmenlerince fazlasıyla “iyimser” bulunan post-Fordizm kuramından hareketle geliştirilen analiz ve stratejilerdeki temel sorunların da, kuramın bu ideolojik niteliğinden kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz (Kumar, 1999: 72-81; Harvey, 1997: 215-216).

Kuramın özellikle Türkiye gibi azgelişmiş ülkelere uygulanma biçimindeki ilk önemli sorun, KOBİ’ler temelindeki ihracata dönük sanayilerin uluslararası pazarlarda rekabet gücü edinmesinin “yüksek teknolojili”, “nitelikli emeğe dayalı”, “rekabet gücü yüksek”, “gelişkin ürünler” üretmelerinden kaynaklandığının ileri sürülmesidir (DPT, 2000). Oysa bilinmektedir ki, azgelişmiş ülkelerin uluslararası pazarlarda rekabet gücüne sahip oldukları sanayiler ağırlıkla emek yoğun sektörlerdedir. Bu sanayilerin asıl rekabet gücünün emek maliyetlerinin düşük tutulmasından kaynaklandığı ve bu durumun, azgelişmiş ülkelerde toplumsal refahın ve demokrasinin gelişmemişliğinin günümüzdeki en temel nedenleri arasında yer aldığı da gayet iyi bilinmektedir.

İkinci önemli nokta, azgelişmiş ülkelerin düşük ücret seviyesinden yararlanarak geliştirdikleri ihracata yönelik gelişme stratejilerinin en önemli sınırlılıklarından birini gelişmiş ülkelerin uyguladıkları ithalat sınırlamalarının oluşturmasıdır (Boratav, 1995: 210-213). Dolayısıyla, ihracata yönelik sanayileşme stratejisi ucu açık bir gelişme olanağına sahip değildir. Kanımızca, azgelişmiş ülkelerin ihracata dönük sanayileşme stratejisi izleyerek gelişebilecekleri varsayımına dayalı analiz ve stratejiler, bu açıdan da oldukça sorunludur.

Üçüncü olarak, ihracata yönelik sanayileşme ile “yerelleşme” arasında dolaysız bir bağ kurmak da açıkça yanıltıcıdır. Bu stratejide başarı sağlayan ve azgelişmiş ülkeler arasında daha fazla öne çıkan ülkelerin, bu başarıyı sağlarken, merkezi devletin etkin katkısından yararlanıldığı iyi bilinmektedir. Bu ülkelerde ihracata yönelik sanayilerin geliştirilmesinde, yerli sermaye ile ulusaşırı sermayenin ortaklığında başlatılan girişimlerin merkezi devletin etkin müdahaleleri ile desteklendiği görülmektedir (Weiss ve Hobson, 1999).

Dördüncüsü, ihracata dönük sanayileşmeyi desteklemekte merkezi yönetimler yerel yönetimlere oranla daima çok daha büyük olanaklara sahip olmuştur. Dolayısıyla, merkezi yönetimin sağlamakta yetersiz kaldığı desteklerin yerel yönetimlerce sağlanması beklentisi pek de gerçekçi bir beklenti değildir. Nitekim, reform projelerinin yerel yönetimlere kazandırdığı kapasite de KOBİ’lerin gerçek gereksinimlerine yanıt verebilecek nitelikten çok uzakta kalmaktadır.

Beşinci olarak, tıpkı ulusal kalkınma amacıyla yerelleşme arasında doğrudan bir bağlantı bulunmaması gibi, başarılı bir yerel-bölgesel kalkınma stratejisinin “yerelleşme”ye dayanması gerektiği varsayımı da oldukça yanıltıcıdır. Tam tersine, neoliberal politikaların egemen olduğu dönemde merkezi yönetimin yerel-bölgesel gelişmede üstlendiği işlevlerin aşındırılmasının, bölgesel eşitsizliklerin çok büyük bir hızla artışına yol açtığı da iyi bilinmektedir. Dolayısıyla, geri kalmış kentlerin-bölgelerin kalkınma sorunlarının temelinde bizzat merkezi devletin müdahalelerinin yetersizliğinin bulunduğu unutulmamalıdır.

Altıncı olarak, KOBİ’lere dayalı sanayileşme ve yerelleşmeye dayalı yerel-bölgesel kalkınma stratejilerinin gerekçelendirilmesinde öne sürülen “başarı öyküleri” de çok tartışmalıdır. Yerel kaynakları harekete geçirerek ihracata dönük sanayileşmede atılım yaptıkları, böylece başarılı bir kentsel-bölgesel kalkınma stratejisine örnek oluşturdukları ileri sürülen ve “Anadolu kaplanları” olarak adlandırılan bu kentler üzerine yapılan araştırmalar, bu değerlendirmelerin oldukça “abartılı” olduğunu göstermektedir. Literatürde “yeni sanayi odakları” olarak nitelenen bu kentlerin pek çok gösterge açısından ciddi bir ekonomik gelişme içinde olmadıkları, ülke ekonomisinde önemli bir yerlerinin bulunmadığı ve hatta çoğunun “net göç” verir durumda olduğu bilinmektedir (Ataay, 2001; DPT, 2003). Bu türden araştırmaların gösterdiği asıl sonuç ise, bu kentlere ilişkin olarak yaratılan “Anadolu kaplanları” mitinin, gerçekte, azgelişmiş ülkelerin ve bölgelerin sorunlarının daha da ağırlaşmasından başka bir sonuç vermeyen neoliberal politikaları meşrulaştırmak üzere üretildiğidir.

Sonuç olarak, Piore ve Sabel’in kuramından yola çıkılarak üretilen analiz ve stratejiler gerçekte, neo-liberal kalkınma stratejisinin meşrulaştırmasından başka bir sonuç doğurmamaktadır. Zira, azgelişmiş ülkelerin ve bölgelerin-kentlerin kalkınma sorunlarının aşılması için piyasa mekanizmasına güvenilmesinin yeterli olduğu ve devletin etkin müdahalelerine gerek bulunmadığı düşüncesini beslediği ölçüde, bu yaklaşımın neo-liberal yaklaşımdan ayırt edilmesi iyice zorlaşmaktadır.

II. YERELLEŞME ÜZERİNE ELEŞTİREL BİR DEĞERLENDİRME

Çalışmanın buraya kadar olan bölümünde “ikinci kuşak yapısal reformlar” olarak da adlandırılan neo-liberal reform projesinin en temel ayaklarından biri olan “yerelleşme” projesinin gerekçelendirilmesinde öne çıkan neo-liberal ve post-Fordist kuramlar ele alındı. Çalışmanın bu bölümünde ise, alternatif bir yaklaşımın temel unsurları ortaya konmaya çalışılacaktır.

“Yerelleşme” olarak adlandırılan yönetsel reformlar konusunda aydınlığa kavuşturulması gereken ilk nokta, gerçekleştirilmeye çalışılan dönüşümlerin basitçe yerel yönetimlerin içinde bulunduğu sorunların aşılmasını sağlamaya çalışmanın çok ötesinde bir toplumsal dönüşümü hedeflediğidir. Gerçekleştirilmesi hedeflenen reformlar basitçe yönetimin etkinlik sorunlarına çözüm arayışıyla değil, bölüşüm ilişkilerinin yeniden düzenlenmesine ilişkin dinamiklerce belirlenmektedir. Bu nedenle, “yerelleşme” başlığı altında ele alınan reformların gerçek niteliğini kavrayabilmek için çok daha kapsamlı bir bakış açısına gereksinim bulunmaktadır. Böylesi bir çözümleme için başlangıç noktası olarak, “küreselleşme” adıyla anılan süreci almak gerekmektedir. Zira, genelde devletin daha özelde de çeşitli yönetim birimlerinin geçirdiği dönüşüm, uluslararası işbölümündeki yeni eğilimler ve ortaya çıkan yeni sınıfsal şekillenmelerle organik ilişki içindedir . Gerek ulusal/bölgesel/yerel kalkınma stratejilerini, gerek bu stratejiler çerçevesinde devletin üstleneceği işlevleri, gerekse bu işlevlerin yerine getirilmesi için oluşturulan örgütlenme biçimlerini belirleyen de budur. Yönetsel reform çabalarının gerçek niteliğinin görülebilmesi, ancak bu bağlantıların ortaya çıkartılması yoluyla sağlanabilir.

Aşağıda, öncelikle, yerelleşme projesine dayanak oluşturan, uluslararası işbölümüyle yeni eklemlenme biçimi ve bu eklemlenme biçiminin gündeme getirdiği yerel-bölgesel gelişme stratejisi üzerinde durulacaktır. İkinci olarak, bu stratejinin devlete yüklediği işlevler ve bu işlevlerin yerine getirilmesi için oluşturulan örgütlenme biçimleri tanımlanacak ve yerel yönetim reformunun temel özellikleri bu çerçevede tartışılacaktır. Üçüncü olarak, “yerelleşme” başlıklı reform paketinin “demokratikleşme” sorunsalı açısından bir eleştirisinin temel unsurları ortaya konmaya çalışılacaktır. Son olarak, reform paketinin mali düzenlemelerinin bölüşüm ilişkileri çerçevesinde bir değerlendirmesi yapılacaktır.

II. 1. Kentsel-Bölgesel Gelişme Stratejisinde Dönüşüm

Neo-liberal politikaların egemen oluşu ile başlayan “küreselleşme” süreci, temelde dünya ekonomisinde 1970’lerde yaşanan büyük krize yanıt olarak formüle edilmişti. Küreselleşme olarak adlandırılan süreç, pek çok azgelişmiş ülke açısından, uluslararası işbölümüne eklemlenme biçiminin değişmesini ve bu çerçevede de yeni bir birikim stratejisine geçişi gündeme getiriyordu. Pek çok azgelişmiş ülkede geçerli olan ithal ikameci sanayileşme stratejisinin krizinde, sermaye birikiminin ve iç pazarın yetersizliği, döviz kıtlığı gibi sorunlar etkili olmuştu. Krize karşı yanıt aranan temel sorunlar da bunlar oldu. Bu doğrultuda geliştirilen ilk politika, sermaye yetersizliğinin aşılması amacı doğrultusunda yabancı sermaye yatırımlarının daha cazip koşullara kavuşturulması için liberalizasyona gitmekti. Yabancı sermaye yatırımlarının ülkeye çekilebilmesi için liberalizasyon, özelleştirme, altyapının geliştirilmesi gibi politikalar geliştirildi. Böylece, yerli sermayenin ulusaşırı sermaye ile entegrasyonunun arttırılabileceği ve birikim yetersizliğinden kaynaklı sorunların aşılabileceği düşünülüyordu. Sanayinin ihracata yöneltilmesinin ve uluslararası piyasalarda rekabet gücünün en yüksek olduğu emek yoğun sanayilerde uzmanlaşmanın da hem döviz yetersizliği hem de iç pazarın kısıtlılığı sorunlarının aşılmasını sağlayacağı ileri sürülüyordu. Kısacası, 1980 sonrasında egemen olan gelişme stratejisinin temel unsurları, yabancı sermaye yatırımlarını çekebilmek için liberalizasyonun sağlanması ve ihracata yönelik emek yoğun sanayilerin geliştirilmesi hedefi doğrultusunda oluşturuldu. Ülkenin uluslararası hiyerarşide daha yukarılara tırmanması amacı çerçevesinde sanayileşme düzeyinin derinleştirilmesi ve bu amaçla devletin sanayileşme sürecine aktif katılımda bulunması ise artık gündemden düşüyordu. Bu doğrultuda, devletin ekonomik gelişmeyi yönlendirme kapasitesinin sistematik bir biçimde yok edilmesine girişiliyordu.

Neo-liberal yeniden yapılanma sürecinin ikinci önemli ayağı ise, devletin mali krizi ve finansal liberalizasyon çerçevesinde anlaşılabilir. 1980’li yıllarda neo-liberal politikaların en temel unsurlarından bir başkası, “”kamunun toplumsal kaynakları verimsiz bir biçimde kullandığı” ve bu nedenle “vergi düzeyinin düşük tutulmasının özel sektöre dayalı bir gelişmeyi destekleyeceği” savunusu altında maliye politikasında ortaya çıkmış; vergi düzeyi sistematik olarak düşürülürken devlet borçlanması temel bir politika olarak benimsenmiştir. Ancak, bu politikaların ekonomik gelişmeyi hızlandırmak bir yana dış açıkları ve kamu borçlarını tırmandırması karşısında gündeme gelen bir diğer politika, finansal liberalizasyon olmuştur. Bu dönemde, finansal liberalizasyon yoluyla yabancı sermayenin ülkeye çekilebilmesini sağlayacak koşulların yaratılabileceği ileri sürülürken, gerçekte bir yandan devletin mali krizi derinleşmiş ve kamu hizmetlerine ayrılan kaynaklar her geçen gün sınırlanmış, bir yandan da finansal sermayenin yararına işleyen bir “rant zinciri” yaratılmıştır. Devlet borçlanması mekanizması yoluyla kurulan bu düzenek, özellikle finansal sermayenin devletin yerine getirdiği işlevleri/hizmetleri belirleyen bir güce erişmesine neden olmuştur. Günümüzde, bu durumun en somut sonucu, uluslararasılaşmış finansal sermayenin en önemli talebinin faiz dışı bütçe harcamalarının kısılması olarak ortaya çıkması olmaktadır (Boratav, 1995; Oyan, 1998, 1999).

Neo-liberal gelişme stratejisinin buraya kadar vurgulanan özellikleri, devletin gerek tarım ve sanayi gibi üretken sektörlerdeki, gerekse sosyal hizmetlerdeki işlevlerinin gerilemesi sonucunu doğurmuştur. Bu durum, devlet politikalarının belirlenmesinde finansal sermayenin büyük ağırlık kurması anlamına gelmektedir. Zira, “devletin küçültülmesi gerektiğini” savunan neo-liberal yaklaşımın egemenliğinde geçen yirmi yılı aşkın dönemde, devletin işlevleri, ulusaşırı sermaye ile entegrasyonunu arttıran tekelci sermaye gruplarının ve özellikle de finansal sermayenin istemleri doğrultusunda yeniden düzenlenmiştir. Finansal sermayenin kazandığı bu belirleyici güç, gerek sermaye içi gerekse sınıflar arası çelişkileri derinleştiren ve toplumsal hoşnutsuzlukları yaygınlaştıran temel bir etmen olarak ortaya çıkmaktadır (Oyan, 1999).

Neo-liberal politikaların egemen olduğu dönemde, merkezden yönetilen kaynaklar üzerinde finansal sermayenin egemenliği arttıkça, küçük-orta sermayenin ve alt sınıfların istemlerinin karşılanamadığı ve bunun sonucunda sınıfsal uçurumların giderek büyüdüğü gözlenmektedir. Günümüzde, büyük sermaye ile küçük-orta sermaye ve alt sınıflar arasındaki uçurumların büyümesinin en önemli sonuçlarından biri de “bölgesel eşitsizliklerin” hızla artışı olmaktadır. Nitekim, sınıflar arası uçurumların büyümesinin bu sınıflarca algılanma ve anlamlandırılma biçimlerinden en önemlilerinden biri de “mekansal farklılık”tır. Büyük sermayenin ağırlıkla metropollerde yerleşmiş olması, metropollerle taşra arasındaki gelişme farklılığını, büyük sermaye ile küçük-orta sermaye arasındaki çelişkilerin ortaya çıkma biçimlerinden birisi durumuna getirmektedir. Günümüzde merkezden yönetilen kaynaklar üzerinde finansal sermayenin egemenliği arttıkça küçük-orta sermayenin taleplerinin karşılanamadığı görülmekte, bu da ağırlıkla “yerel taleplerin” karşılanamaması ve metropollerle taşra arasında büyüyen uçurum biçiminde ortaya çıkmaktadır. Kısacası, neoliberal politikalar altında bölgesel eşitsizliklerin artışı, taşra sermayesinin beklentilerinin karşılanamamasına yol açmakta ve bu nedenle de büyük sermayenin bu kesimler üzerindeki hegemonyası zayıflamakta; bu durum sermaye içi çelişkileri arttırmaktadır.

Bu noktada üzerinde durulması gereken önemli bir sorun, izlenen bölgesel ve yerel gelişme politikalarının bu soruna ne türden bir yanıt oluşturduğudur. Bilindiği üzere, ithal ikameci sanayileşme politikalarının bölgesel ve yerel gelişme alanındaki sonucu, devletin büyük yatırımlara girişerek bölgesel ve yerel gelişmeyi de yönlendirmesi olmuştu. Bu dönemde, devlet, gerek tarım ve sanayi gibi üretken sektörlerde, gerek altyapı konusunda, gerekse sosyal hizmetler alanında önemli işlevler üstleniyordu. Aslında, bu dönemde de, ulusal planların bölgesel ve yerel planlarla bütünleştirilmesi anlayışı uygulamaya geçirilememişti. Ancak, yine de kentsel-bölgesel gelişmenin yönlendirilmesinde devlet çok önemli roller üstleniyordu (Tekeli, 1972; Dinler, 1998). İthal ikameci modelin bu özelliği, hızlı bir tekelleşme yaşanmasına ve bölgesel eşitsizliklerin artmasına karşın, taşra sermayesi üzerinde kurulan hegemonyayı da destekleyen bir etmen olarak ortaya çıkıyordu.
Neo-liberal gelişme stratejisi ise, devletin bölgesel ve yerel gelişme konusunda üstlendiği pek çok işlevi ortadan kaldırmış, böylece devletin yeniden yapılandırılması bölgesel gelişme politikaları açısından da temel bir öneme sahip olmuştur. Günümüzde, artık, devletin bölgesel eşitsizlikleri gidermek için kamu yatırımlarına girişmesi istenmemektedir. Gündeme gelen bölgesel ve yerel gelişme stratejisi ise, “gelişmenin yerel girişime dayanması”, bu çerçevede de “bütün yerelliklerin potansiyellerini en iyi biçimde değerlendirerek dünya ve ülke ekonomisi içindeki konumlarını geliştirmeye çalışmaları” temelinde oluşturulmuştur. Bu yeni modelde devlete biçilen rol ise “düzenleyici”, “katalizör” vs. olarak tanımlanmaktadır (Ohmae, 1996). Bu doğrultuda geliştirilen bölgesel gelişme anlayışı da, “havza planlaması” yaklaşımı gibi egemen akımlarca temsil edildiği üzere, devletin üretken sektörlerde girişimde bulunmaması temelinde oluşturulmuştur (DPT, 2000). Küçük-orta sermayenin/taşra sermayesinin merkezden yerele daha fazla kaynak aktarılması ve yörelerine yönelik kamu yatırım ve hizmetlerinin arttırılmasına ilişkin talepleri ise, neo-liberal anlayışın dışladığı bir beklentidir. Bundan sonra devlet, ancak, yerelliklerdeki yatırım koşullarını iyileştirmekle sınırlı işlevler üstlenebilecektir.

II. 2. Devletin Taşradaki Örgütlenmesinde Dönüşüm

Ulusal, bölgesel ve yerel gelişme stratejisindeki bu değişimler, merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasındaki ilişkileri yeniden düzenlemeyi öngören “yerelleşme” projesinin çözümlenmesinde anahtar rolü oynamaktadır. Bölgesel ve yerel gelişme stratejisindeki değişim, devletin ülke coğrafyasındaki örgütlenme biçimleri üzerinde de önemli etkiler doğurmakta, devletin taşradaki örgütlenmesi ve üstlendiği işlevler de bu çerçevede dönüşmektedir.

Türkiye’de günümüzde reforma tabi tutulan taşra yönetimi yapısı, asıl olarak, ithal ikameci dönemde oluşmuştur. Devlet, bu dönemde, üstlendiği yeni işlevlere paralel olarak yeni kurumlar oluşturmuştur. Bu yapılanmada dikkat çeken en önemli özellik, ağırlıklı rolün merkezi yönetimin uzantısı niteliğindeki kurumlara verilmesi, yerel yönetimlerin ise daha ikincil roller üstlenmesidir.

Devletin bu dönemde oluşan yönetim yapısında, merkezi yönetimin taşradaki uzantısı biçimindeki örgütlenmeler kapsamında ele alınması gereken ilk grup örgüt, illerde valilik hiyerarşisi altındaki merkezi yönetimin taşra teşkilatıdır. Merkezi yönetimin taşra teşkilatının görevleri bu dönemde iyice genişlemiş, güvenlik, maliye, nüfus, tapu gibi temel devlet hizmetlerini ve piyasanın düzenlenmesine ilişkin görevleri çok aşan bir kapsama ulaşmıştır. Bu çerçevede, sosyal nitelikteki pek çok kamu hizmeti merkezi yönetimin taşra teşkilatı eliyle örgütlenmiştir.
İkinci olarak, daha çok altyapı hizmetlerini yerine getirmek üzere örgütlenmiş hizmet yerinden yönetim kuruluşları (bölgesel kuruluşlar) üzerinde durulması gerekmektedir. İthal ikameci dönemde sağlanan hızlı gelişmenin en önemli sonuçlarından biri de, altyapı hizmetlerine olan gereksinimin büyük artış göstermesi olmuştur. Bunun sonucunda, ulaşım, iletişim, enerji, sulama vb. altyapı hizmetlerinin sağlanması için bölge ölçeğinde örgütlenmelere gidilmiştir.
Merkezi yönetimin uzantısı biçiminde örgütlenen üçüncü grup ise KİT’ler olmuştur. KİT’ler, devletin tarım ve sanayi gibi üretken sektörlerde aktif müdahalelerde bulunabilmesine olanak tanımış, ekonomik gelişmenin ülke coğrafyasına yayılmasını sağlamıştır.

Devletin ülke coğrafyasındaki örgütlenişine ilişkin ikinci grup yönetsel örgütlenme türü, karar ve yönetim organları kısmen ya da tamamen seçimle oluşan ve yerel yönetimler başlığı altında ele alınan örgütlenmelerdir. Bu kapsamda il özel idareleri, belediyeler ve köy yönetimi yer almaktadır. İthal ikameci dönemde il özel idaresi ve köy yönetimleri yeterince işlevsel olamasalar da, belediyeler özellikle kentsel hizmetlerde büyük önem taşımıştır. Devletin yeniden yapılandırılmasına ilişkin düzenlemelerde gerek işlevleri/görevleri, gerekse örgütlenme biçimi açısından önemli değişikliklere uğratılması düşünülen yönetim birimleri kabaca bunlardır.

Neo-liberal politikaların uygulandığı 1980 sonrası dönemde görülen temel eğilim, devletin üstlendiği işlevlerin gerilemesine bağlı olarak, bu işlevleri yerine getirmek üzere kurulan örgütlenmelerin de işlevsizleşmeye başlaması olmuştur. Bu örgütlenmelerin günümüze gelene kadar geçirdiği değişim, adeta Antonio Gramsci’nin “moleküler dönüşüm” kavramına uygun biçimde, genel örgütsel yapıda çok köklü değişiklikler olmazken kurumların içten içe dönüşüme uğraması olmuştu. Bu çerçevede, bütçe paylarının gerilemesine bağlı olarak kurumların işlevlerini yerine getiremez duruma düşmeleri, hizmetlerin yerine getirilmesinde özel sektörden yararlanma uygulamasının artışı ve özelleştirme gibi eğilimler baskınlık kazanmaya başlamıştı (Güler, 1996). Günümüzde gündeme getirilen reform paketi ise, bu kurumları çok daha kapsamlı bir dönüşüme uğratmayı hedeflemektedir.

Burada, ayrıntıya girmeden genel hatlarıyla saymak gerekirse, ilk olarak, valilik hiyerarşisi altında örgütlenen temel devlet hizmetleri ve çeşitli sosyal hizmetlerin önemli bölümünün il özel idarelerine ya da belediyelere devredilmesi öngörülmektedir. Pek çok bakanlığın taşra teşkilatının kaldırılmasını öngören yasa ve tasarılarda, bu bakanlıkların görevlerinin, personelinin ve araç-gerecinin il özel idarelerine ya da belediyelere devredilmesi öngörülmektedir. Valilik hiyerarşisi altındaki devlet işlevleri ise iyice sınırlanmaktadır (Güler, 2005).

İkinci olarak, hizmet yerinden yönetim kuruluşları olarak nitelenen bölgesel kuruluşlar konusunda da yakın zamanda önemli değişikliklere gidilmiş, bölgesel kuruluşların üstlendiği altyapı hizmetlerinin önemli bölümü de il özel idarelerine devredilmiştir. Böylece, uzun bir geçmişi olan bölgesel kuruluşların ortadan kaldırılmaya başlandığı görülmekte, ülkenin altyapısının oluşturulması görevi de merkezi yönetimin elinden alınmaktadır (bkz. Günaydın, 2002).

Üçüncü olarak, devletin ekonomiye doğrudan müdahale biçimlerinin tasfiyesi sürecine de yeni bir ivme kazandırılmaktadır. Bilindiği üzere, devletin üretken sektörlerdeki hizmetleri günümüze kadar ağırlıkla KİT’lerle örgütlendirilmiştir. Bu kuruluşlar, özellikle sanayi ve tarım alanlarında önemli girişimlerde bulunarak ekonomide büyük bir ağırlık kazanmışlardır. KİT’lerin tasfiye edilmesi süreci de, devletin ülke coğrafyasındaki bir başka örgütlenme biçimini ortadan kaldırmaktadır.

Böylece, devletin ithal ikameci kalkınma stratejisinin egemen olduğu dönemde üstlendiği işlevlerin neo-liberal yeniden yapılandırma sürecinde ortadan kaldırılmasına paralel olarak, bu amaçla kurulmuş örgütlenmelerin de tasfiye edildiği görülmektedir. Bu süreçte, valilik, bölgesel kuruluşlar ve KİT’ler eliyle örgütlenmiş hizmetlerin bir kısmı yerel yönetimlere devredilirken, bir kısmı özelleştirilmekte, bir kısmı da tasfiye edilmektedir. Dolayısıyla, sayılan kuruluşların yeniden yapılandırılmasına ilişkin düzenlemelerin, temelde, farklı bir devlet anlayışından hareket ettiği; ithal ikameci dönemde ortaya çıkan “kalkınmacı devlet” anlayışının son kalıntılarını da ortadan kaldırarak yerine neo-liberalizmin “düzenleyici devlet” anlayışına uygun bir yapılanma oluşturulmaya girişildiği görülmektedir. Kısacası, merkezi yönetim ve merkezi yönetimin taşradaki uzantıları eliyle yerine getirilen hizmetlerin ve bu hizmetlerin örgütlenme biçiminin dönüşümüne ilişkin reformlar, temelde, “düzenleyici devlet” projesinin hayata geçirilmesi süreci olarak ortaya çıkmaktadır. Gerek KİT’lerin özelleştirilmesi, gerek bölgesel kuruluşların kapatılarak görevlerinin il özel idarelerine bırakılması, gerekse valilik hiyerarşisi altındaki hizmetlerin önemli bir bölümünün yerel yönetimlere devri, bu çerçevede anlaşılmalıdır.
Yeni yapılanmada merkezi yönetimin görevleri ve işlevleri iyice sınırlanmakta, kamu hizmetlerinin kapsamı da iyice daraltılmaktadır. Yerel yönetimler alanında ise üç ayaklı bir model ortaya çıkarılmaktadır. İlk olarak, bölge düzeyinde “kalkınma ajansları”nın kurulması “havza planlaması” anlayışı çerçevesinde devletin bölgesel gelişmeye yapabileceği katkıları iyice sınırlamaktadır. Neoliberal bölgesel gelişme modelinin uygulamaya geçirilmesi arayışının sonucunda gündeme gelen bölge kalkınma ajansları, temelde ekonomik gelişmenin yerel dinamiklere dayanması anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu süreçte, bölgesel kuruluşların görevlerinin büyük bölümünü üzerine alan il özel idarelerinin, bölgesel gelişme açısından temel birim durumuna getirildiği görülmektedir. Ancak, il özel idarelerinin bu işlevi görebilecek mali olanaklara sahip kılınması konusunda önemli soru işaretleri bulunmaktadır. İkinci olarak, il özel idareleri, tarım, sanayi, bayındırlık, köy hizmetleri gibi hizmetler açısından da temel birim konumuna getirilmektedir. Böylece merkezi yönetimin taşra teşkilatı, gerek temel devlet hizmetleri ve piyasanın düzenlenmesine ilişkin görevler açısından, gerekse sosyal nitelikli kamu hizmetleri açısından önemli ölçüde işlevsizleştirilmektedir. Yeni modelin üçüncü temel ayağı belediyelerdir. Yeni yapılanma belediyelerin görev alanlarını da genişletmekte, sağlık, çevre, kültür, sosyal hizmetler, gençlik-spor gibi hizmetleri kısmen ya da tamamen belediyelerin görev alanı içerisine almaktadır. Ancak, bu görevlerin belediyelere bırakılmasına paralel olarak, bu hizmetlerin yerine getirilmesinde “özel sektöre gördürme” ve “fiyatlandırma” gibi mekanizmaların büyük ağırlık kazanması öngörülmektedir.

II. 3. Yerelleşme ve Demokratikleşme

Çalışmanın buraya kadar olan bölümünde, “yerelleşme” reformunun kalkınma stratejisinde ve yönetim yapısında ortaya çıkardığı dönüşümler ortaya konmaya çalışıldı. Bilindiği üzere, “yerelleşme” gündeme getirilirken, yerelleşmenin demokratikleşmeyi sağlamayı hedeflediği argümanı oldukça önplana çıkartılmıştı. Bu nedenle, çalışmanın amaçları bakımından, yeni yapılanmanın “demokratikleşme” açısından ne anlama geldiğinin tartışılması da yakıcı bir ihtiyaç oluşturmaktadır.
Günümüzde, hakim yaklaşım, yerelleşmeyle demokratikleşme arasında kopmaz bir bağ kurmaktadır. Bu çerçevede, hizmetlerin yerinde görülmesinin, karar alma süreçlerini “yerel halka” yaklaştırarak demokratikleşmeye katkı yapacağı ileri sürülmektedir. Seçimle oluşan yerel yönetimler üzerindeki merkez denetiminin zayıflatılmasının da, demokrasinin geliştirilmesine yardımcı olacağı iddia edilmektedir. Bu yaklaşım, temelde, merkezi organlara gidildikçe “temsil”, yerelliklere gidildikçe de “katılım” mekanizmasının öne çıkacağı varsayımından hareketle, yerelleşmenin “siyasal temsil” yerine “siyasal katılım” mekanizmasını öne çıkaracağı, böylece demokrasinin gelişeceği varsayımına dayanmaktadır. Ancak, yerelliklerdeki siyasal ilişkilerin de “katılım” mekanizmasından çok “temsil” mekanizması çerçevesinde geliştiği ve mevcut durumda bu “temsil” ilişkisinin demokratik biçimlerden çok “patronaj ilişkileri” çerçevesinde gerçekleştiği gözardı edilmektedir.

Diğer yandan, demokrasiyi, devlet politikalarının toplumsal talepler doğrultusunda belirlenmesi ve politika oluşturma/karar alma süreçlerine toplumsal katılımın sağlanması çerçevesinde ele alan bir yaklaşımla daha farklı bir görüşe ulaşma olanağı da bulunmaktadır. Kanımızca, yeni yapılanmaya ruhunu veren “düzenleyici devlet” anlayışı demokratikleşme açısından bir ilerleme potansiyeli taşımamaktadır. Zira, “teknokrasi” retoriği altında devletin sosyal işlevlerini ortadan kaldırmayı öngören neo-liberal yaklaşım, devlet politikalarında belirli toplumsal kesimlere ağırlık tanımakta, toplumun büyük bölümünün beklentileri ise karşılanamamaktadır. Dolayısıyla, “düzenleyici devlet” projesinin uygulamaya geçirilmesi, gerçekte demokrasinin gelişmesine değil, demokrasinin içeriğinin boşaltılmasına yol açmaktadır. Bu çerçevede, neo-liberal politikalar altında artık ulusal iradeyi temsil ettiği varsayılan ulusal parlamentolar ve ulusal hükümetler “ulusun istençlerini yerine getirme”, “ulusal kalkınma ve toplumsal refahı sağlamak için politikalar belirleme” güç ve olanağını yitirmektedir. Bu durumun toplumsal taleplere yanıt arayan “çoğulcu” bir demokrasi anlayışı ile uyumlu olmadığı açıktır.

İkinci olarak, günümüzde “yerelleşme”ye ilişkin demokrasi retoriği ile merkezi yönetimin yetki alanında kalan konulara ilişkin “popülizm” karşıtı, “siyaset ve demokrasi” karşıtı, “teknisist” görüşlerin el ele gittiği de gözardı edilmemelidir. Zira, devletin sosyal işlevlerini ortadan kaldırmayı öngören politikalar aynı zamanda toplumun en geniş kesimlerinin siyasal karar alma süreçlerini etkileyebilme gücünü azaltma hedefini de kapsamaktadır. Özellikle üst kurulların yaygınlaştırılarak ekonomik ve sosyal politikalar konusunda karar alma mekanizmalarının siyasal süreçlerden uzaklaştırılmaya çalışılması, politika belirleme ve uygulama merkezleri üzerindeki siyasal baskıların azaltılmasının hedeflenmesi ve “teknokrasi” anlayışı, yeni yapılanmanın en fazla dikkat çeken özellikleri arasındadır. Bu çerçevede, demokratik bir rejimde “teknokrasi” anlayışının egemenlik kurabilmesi de, toplumun geniş kesimlerinin gereksinim ve taleplerinin dışlanması anlamına gelecektir. Bunun da, demokratik katılımdan çok depolitizasyonla paralel yürüyeceği açıktır.

Kısacası, devletin yeniden yapılandırılmasını öngören “yerelleşme” süreci, esas olarak, “halka yakınlık”tan kaynaklanan bir demokrasi potansiyeli taşıması özelliğiyle değil, devletin toplumsal istemlere yanıt verebilecek kapasiteye sahip kılınmasını sağlayıp sağlayamaması özelliği çerçevesinde değerlendirilmelidir.

II. 4. Yerel Yönetimlerin Mali Sorunları ve Reformun Bölüşüm İlişkilerine İlişkin Sonuçları

Daha önce de belirttiğimiz üzere, yerel yönetim reformunun en can alıcı noktası mali hükümlerinde yatmaktadır. Zira, “yerelleşme” adı verilen reform projesinin, gerçekte, yerel yönetimlere ve yerel halka güç aktarımı yapmayı ya da demokratikleşmeyi değil, ulusaşırı sermayenin istemleri doğrultusunda merkezi devletin borç ödeme kapasitesini arttırmayı hedeflediği gerçeği en açık biçimiyle mali hükümlerde yatmaktadır. Kuşkusuz, bu gerçek, reformun bölüşüm ilişkileri açısından doğuracağı sonuçlara da işaret etmektedir.

Reform paketiyle, yerel yönetimlerin görevlerinin artışına paralel olarak bütçeden alacakları payların da yeniden belirlenmesi öngörülmektedir. Ancak, dikkatlerden kaçırılan nokta, devletin görevlerinin büyük bölümünü yerel yönetimlere bırakan reformun, bütçenin çok daha küçük bir bölümünü yerel yönetimlere ayıracak olmasıdır. Bu da, yeni tasarının “düzenleyici devlet” anlayışı içerisinde biçimlendiğini, yerel yönetimlere ayrılan kaynaklara ilişkin sınırlamanın aynı zamanda kamu hizmetlerine ayrılan kaynakların sınırlanması ve bütçenin borç ödeme kapasitesinin arttırılması işlevini göreceğini göstermektedir. Nitekim, bu düzenleme, finansal sermayenin beklentilerine de uygun olacaktır (Bkz. Oyan, 1998, 1999; Güler, 2003a, 2003b, 2004b).

Yerel yönetimlerin görevlerinin ve gelirlerinin yeniden düzenlenmesine ilişkin tartışmalarda ağırlık kazanan görüş, yerel yönetimlerin görevlerinin ve gelirlerinin artışını “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi”, “yerel yönetimlere yerel ekonomik gelişmeyi koordine edecek kapasitenin kazandırılması” ve dolayısıyla “günümüzün küresel rekabet ortamına uyum sağlanması” doğrultusunda bir adım olarak görmektedir (Şengül, 2003: 202-204, 211). Kanımızca, bu yorum yanlış bir varsayıma dayanmakta, yerel yönetimlere ayrılan kaynakların arttırılmasıyla yerelliklere aktarılan toplam kamu kaynaklarının artışı arasındaki temel fark gözardı edilmektedir. Zira, mevcut yapılanmada da, merkezi yönetim eliyle kullanılan kaynakların önemli bir bölümü merkezi yönetimin taşradaki uzantıları eliyle yine yerelliklerin gereksinimleri için kullanılmaktadır. Dolayısıyla, yerelliklere aktarılan toplam kamu kaynağındaki değişimin yönünün saptanmasında, yalnızca yerel yönetimlere ayrılan kaynaklardaki değişikliğin gözönünde bulundurulması, önemli bir yanılgıya yol açabilmektedir. Oysa genel bir bakışla bile, reform çerçevesinde, bütçeden yerelliklerin gereksinimleri için ayrılan kaynakların sınırlandığı görülebilmektir. Bu nedenle, “reformla yerel yönetimlerin güçlendirildiği” ve “yerel halka güç aktarımı yapıldığı” gibi değerlendirmelere ihtiyatla yaklaşmak gerekmektedir . Zira, “yerelleşme” adı altında gerçekleştirilen dönüşümler, gerçekte, yerel yönetimlerin ve “yerel halkın” sorunlarının çözülmesini sağlamak yerine, yerelliklerin merkezi yönetimin desteğinden bütünüyle yoksun kalmasına yol açmaktadır (Güler, 2005). Ağırlıkla finansal sermayenin beklentilerine uygun olarak hazırlandığı görülen reform paketinin, sınıfsal uçurumların ve bölgesel eşitsizliklerin daha da büyümesinden başka bir sonuç vermeyeceği görülmektedir. Bu çerçevede, reform paketiyle gündeme getirilen yeni devlet yapılanmasını “hegemonik bir açılım” olarak görmek de, var olan eşitsizlikleri ve çelişkileri azaltan bir adım olarak ele almak da olanaklı değildir.

Kanımızca, bu nokta yakın gelecekte siyasal yelpazenin şekillenmesi açısından da önem taşıyacaktır. Bilindiği üzere, 1990’larda neo-liberal politikaların doğurduğu “meşruiyet krizi”ne bağlı olarak ortaya çıkan merkez siyasetin çöküşü sürecinde, “merkez dışı” siyasal akımların ekonomik olarak gerileyen bölgelerde daha fazla güçlendiği görülmüştü. Bu tür eğilimlerin ortaya çıkışında sermaye içi çelişkilerden kaynaklanan dinamikler belirleyici olmuştu. Yeni yapılanmanın bölgesel eşitsizlikleri gideren ve böylece taşra sermayesi üzerindeki hegemonyayı güçlendiren bir içeriğe sahip olmaması karşısında, bu eğilimin artarak süreceği öngörüsünü yapmak zor olmasa gerekir.

SONUÇ

Bu çalışmada “yerelleşme” başlığı altında ele alınan reform programı üzerine eleştirel bir yaklaşımın temel unsurlarının ortaya konması amaçlandı. Bu doğrultuda, ilk olarak, günümüzde hakim yaklaşım haline gelen neo-liberal ve post-Fordist kuramlardan kaynaklanan yaklaşımların devletin yeniden yapılandırılması ve “yerelleşme”ye ilişkin argümanları eleştiri süzgecinden geçirilip, alternatif bir açıklama modeli önerildi. Bu çerçevede, yerelleşme projesinin, ekonomik gelişme, toplumsal refah ve demokratik katılımın artmasını sağlayacağı yönündeki beklentilerin tersine, bu projenin devletin ekonomik ve sosyal gelişmeyi destekleme kapasitesinin bütünüyle yok olmasına neden olacağı vurgulandı. Dolayısıyla, yerelleşme projesi, yerel yönetimlerin sorunlarının çözülmesine veya “yerel halka” güç aktarımı yapılmasına değil, merkezi devletin ekonomik ve toplumsal gelişmenin ülke coğrafyasına dengeli bir biçimde paylaştırılabilmesi için kullanabileceği araçların tamamıyla ortadan kaldırılmasına yol açacaktır.

NOTLAR

1. Bu yazı Yrd. Doç. Dr. Atilla Güney’le birlikte kaleme alınmıştır.

2. Yasa ve tasarıları tam metinleri için bkz. http://www.kamuyonetimi.org.

3. Reform paketi ve tasarıları çeşitli açılardan tartışan çok sayıda çalışmaya şu adresten ulaşılabilir: http://www.kamuyonetimi.org/goruslerimiz.php .

4. Yerel yönetimlere ve yerelleşmeye ilişkin liberal yaklaşımın kapsamlı bir eleştirisi için bkz. Güler (1998).

5. Piore ve Sabel’in kuramının eleştirel bir değerlendirmesi için için bkz. Kumar (1999: 53-83, 195-205), Ersoy (1993), Harvey (1997).

6. Azgelişmiş ülkelerde devletin aldığı biçimler konusunda kuramsal bir tartışma için bkz. Gülalp (1993).

7. Yerel yönetimlerin özkaynaklarının geliştirilmesi ve yerel yönetimlere yerel vergilerden daha fazla pay ayrılması doğrultusundaki öneriler (TESEV, 2004: 24-25) dikkatle izlenmelidir. Yerellikleri yalnızca kendi yerelliklerinde toplanan kamu gelirlerine mahkum eden ve daha çok “zengin” bölgelerin taleplerini yansıtan bu önerilerin uygulamaya geçirilmesinin, bölgesel eşitsizlikleri daha da arttıracak bir adım olacağı bilinmektedir.