2 Şubat 2011 Çarşamba

Kamu Yönetimi Reformu ve Demokratikleşme Sorunu

--------------------------------
Doç. Dr. Faruk ATAAY
-------------------------------------------------------------------------------------
Makalenin Yayınlandığı Yer: Kamu Yönetimi Dünyası Dergisi (KAYUD Yayını), Ocak-Mart 2005.

-------------------------------------------------------------------------------------

Günümüz Türkiye’sinde “kamu yönetimi reformu” adı verilen bir reform programı yürürlüğe konmaya çalışılmaktadır. Devletin pekçok sektörde üstlendiği görevleri ve bu görevleri yerine getirmek üzere kurulan kamu örgütlenmelerini yeniden düzenleyen bu reformlar, “yapısal uyum reformları” başlığı altında toplanmaktadır. Yapısal reformların gündeme getirilip uygulamaya geçirilmesinde IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, OECD gibi uluslararası sermaye örgütlerinin önemli ölçüde belirleyici olduğu görülmektedir. Ayrıca, Avrupa Birliği ile uyum süreci de, reform sürecine bir başka katkıyı oluşturmaktadır.

1980’de neoliberal politikaların uygulamaya geçirilmesiyle başlatılan yapısal reformlar, temelde, devlet-piyasa ilişkilerinin yeniden düzenlenmesini amaçlamaktaydı. Aşırı birikim krizi içindeki sermayenin yeni yatırım alanları arayışına çözüm bulma amacından kaynaklı olan bu süreç, devletin, çeşitli sektörlerdeki girişimlerinin tasfiye edilerek, “üretici” konumdan uzaklaştırılmasını öngörmekteydi. Bu dönemde daha çok “minimal devlet” ya da “gece bekçisi devlet” adı ile anılan bu devlet modeli eliyle devletin ekonomiye yönelik müdahalelerinin daraltılması hedeflenmekteydi. Ancak, bu dönemde devletin ekonomiye yönelik müdahalelerinin azaltılması süreci de oldukça “seçmeci” bir biçimde gerçekleşmiş, devletin çalışan sınıflara yönelik sosyal hizmetleri ve bu hizmetler için ayrılan kaynaklar adım adım azaltılırken, sermayenin desteklenmesine yönelik müdahaleleleri ve harcamaları azalmak yerine artmıştı.

Yapısal reformlar, 1980’le başlayan ekonomik yeniden yapılanma sürecinde gündeme gelmiş ve 1980’li ve 1990’lı yıllara damgasını vurmuş olmakla birlikte, son yıllarda neoliberal yapısal reform anlayışında bazı yenilikler gündeme gelmiştir. IMF ile 1998 ve 1999’da imzalanan anlaşmalarla başlayıp, DSP-MHP-ANAP hükümeti döneminde Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, AKP hükümeti döneminde de Acil Eylem Planı başlığı altında sürdürülen bu reform programı, “İkinci Kuşak Yapısal Reformlar” adıyla anılmaktadır.
İkinci Kuşak Yapısal Reformlar, esasen, Birinci Kuşak Yapısal Reformlar adıyla anılan 1980 sonrası reformların tamamlayıcısı niteliğindedir. Bu çerçevede, devletin ekonomik ve sosyal yaşama müdahalelerinin daraltılması ve üretici konumundan uzaklaştırılması anlayışı sürdürülürken, devletin “düzenleyici” rolüne yönelik vurgular önemli ölçüde artmıştır. Buna göre, devlet ekonomiye müdahale etmemeli, ekonomik girişimlerde bulunup üretici konumunda yer almamalı, buna karşılık piyasanın düzenlenmesine yönelik daha etkin önlemler almalıdır. Bu anlayışın en önemli sonucu, devletin sektörleri/piyasaları düzenlemeye yönelik görevlerinin klasik bakanlık hiyerarşisindeki örgütlenmelerden alınıp, “özerk” üst kurullara aktarılması olmaktadır. “Ekonomi ile siyasetin ayrılması”, “ekonomik sorunların ‘teknik’ bir bakış açısı ile ele alınması” gibi sloganlarla yürütülen bu program, temelde, ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesi sürecini, “teknokrasi” retoriği eşliğinde, bütünüyle sermayenin denetimine sokmayı hedeflemektedir. Yapısal reformların “ekonomik rasyonalizasyonun sağlanması” gerekçesi ile meşrulaştırılmasını hedefleyen bu retorik, devletin içinde bulunduğu borç krizi, enflasyon gibi ekonomik sorunların “kalıcı” çözümünün de yapısal reformlardan geçtiğini ileri sürmektedir. Ancak, yapısal reformlar, neoliberallerin savunduğu gibi, ekonomik rasyonalizasyonun ve makroekonomik dengelerin sağlanmasını değil, sermayenin yeni yatırım alanları sorununu çözmek üzere gündeme getirilmektedir. Bu programın en doğrudan sonucu, ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesi sürecinde sermayenin ağırlığının iyice arttırılıp, çalışan sınıfların bütün kazanımlarının yok edilmesi olmaktadır. Zaten, neoliberalizmin “ulus devletin sonu” ve “devletin küçültülmesi” retoriği de, devletin işlevlerinin ve ekonomiye müdahalelerinin azalmasından çok, devletin ekonomiye müdahalelerinin sermaye lehine yeniden düzenlenmesine yol açmaktadır.

Günümüzde yasalaştırılma çalışmaları sürdürülen kamu reformu çok kapsamlı bir program olmakla birlikte, devletin yeniden yapılandırılması açısından temelde üç ana başlıkta ele almak olanaklı görünmektedir: (1) Merkezi yönetimin köklü bir biçimde dönüştürülmesi, (2) Taşra yönetiminin yeniden düzenlenmesi, (3) Devlet-piyasa ilişkilerinin yeniden yapılandırılıp, kamu hizmetlerinin metalaştırılması.

I. Günümüzde gündemde olan kamu reformu, merkezi devleti köklü bir biçimde dönüşüme uğratmaktadır. Bugüne kadar merkezi yönetim (hükümet-bakanlıklar) hiyerarşisi altında yerine getirilen pek çok görev/hizmet, ya özerk üst kurullara ya da yerel yönetimlere aktarılmaktadır. Böylece, merkezi yönetim, ağırlıkla savunma, güvenlik, dış ilişkiler, adalet gibi işlevlerle sınırlanmaktadır.

Merkezi devletin pek çok görevi, “düzenleyici devlet” anlayışı doğrultusunda düzenleyici üst kurullara aktarılmaktadır. İlk olarak Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK) kuruluşu ile başlayan ve enerji, telekomünikasyon, tütün, rekabet gibi alanlara yayılıp, Merkez Bankası özerkliği ile pekişen bu adımlar, ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesi sürecini, siyasal iktidarın sorumluluğundan alıp, doğrudan uluslararası sermaye örgütleri ve ilgili sektörlerde yatırım yapan şirketlerin katılımıyla yürütülmesini öngören bir yönetim düzeneğini gündeme getirmektedir. Günümüzde, ekonomik sektörlerin önemli bir bölümünün bağımsız düzenleyici kurullar tarafından yönetildiği/düzenlendiği görülmektedir. Böylece, ekonomik ve sosyal politikalar büyük ölçüde, siyasal iktidarların yetki alanından çıkartılmış olmakta, bölüşüm ilişkilerinin köklü bir biçimde değiştirilerek, sermaye lehine büyük operasyonların gerçekleştirildiği ve emeğin kazanımlarının yok edildiği bir süreç, “teknokrasi” retoriği eşliğinde, bütünüyle tepeden inmeci bir yaklaşımla belirlenmektedir. Nitekim, yönetsel yapılardaki bu değişiklikler, ekonomik sektörlerdeki tekelleşme süreçleriyle de uyum göstermektedir.

Üst kurulların kurulup yaygınlaşması süreci, esasen, neoliberalizmin ekonomik ve sosyal politikalara ilişkin karar alma süreçlerinin siyasal mekanizmalardan uzaklaştırılması amacından kaynaklanmaktadır. Bilindiği üzere, neoliberalizmin ayırıcı özelliğini oluşturan “ekonominin popülizme alet edilmemesi”, “ekonomik kararların ‘teknik’ bir bakış açısıyla belirlenmesi”, “ekonomi ile siyasetin birbirinden ayrılması” gibi savlar, neoliberalizmin demokrasiyi bir yük olarak gördüğünü uzun bir süredir göstermektedir. Hayek, Friedman, Huntington gibi neoliberal ideologların, “ekonomik yaşamın demosun (halkın) denetiminden kurtarılması”, “devletten hizmet talep eden toplumsal grupların siyasetin dışına itilmesi” gibi sözlerle dile getirdikleri talep, günümüzde düzenleyici üst kurullar aracılığı ile uygulamaya geçirilmektedir.

II. Bu sürecin bir başka ayağı, merkezi devletle yerel yönetimler arasındaki görev bölüşümünün yeniden düzenlenmesi çerçevesinde gerçekleştirilmektedir. Yapılan yasal düzenlemeler, geçmişte bakanlıklar hiyerarşisi altında yerine getirilen pek çok görevin/hizmetin de yerel yönetimlere aktarılmasını sağlamaktadır. Son dönemde yasalaştırılan, İl Özel İdaresi, Belediye ve Büyükşehir Belediyesi Yasaları ile Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı pek çok bakanlığın taşra örgütlenmesinin kapatılarak görev, yetki, bina-araç-gereç ve personelinin yerel yönetimlere aktarılmasını gündeme getirmektedir. “Yerel halka güç aktarımı” ve “karar alma süreçlerinin halka yakınlaştırılması” biçiminde gerekçelendirilen bu süreç, kamu hizmetlerine ayrılan kaynakların sınırlanmasına yol açtığından, gerçekte yerel halka güç aktarımı yapılmasına değil, çalışan sınıfların merkezi devlet düzeyindeki kazanımlarının yok edilmesine yol açmaktadır.

Kısacası, merkezi devletin ve yerel yönetimlerin yeniden düzenlenmesine yönelik reformlar, temelde, merkezi devleti “kolluk” işlevleriyle sınırlı bir yapılanmaya evriltmektedir. Bu süreçte, merkezi devletin bir diğer önemli işlevi ise, artık bütünüyle sermayeye kaynak aktarım mekanizmasına dönüşen “borç idaresi” olacaktır. Kamu hizmetlerine ayrılan kaynaklar iyice sınırlanırken, bütçedeki “faiz dışı fazla” miktarı arttırılarak, devletin borç ödeme kapasitesi yükseltilmeye çalışılmaktadır. Nitekim, yerel yönetimlere aktarılan görevlerle kaynakların eşitsiz olması da, bu süreci tamamlayan bir başka adım olmaktadır. Böylece, devletin yeniden yapılandırılması süreci, temelde, sermayeye kaynak aktarımını sağlayan “borç idaresi” sürecinin yönlendirmesi altında yürütülmüş olmaktadır.

III. Kamu reformunun üçüncü temel ayağı ise devlet-piyasa ilişkilerinin yeniden düzenlenerek, “kamu hizmetlerinin metalaştırılması” yolunun açılmasıdır. Böylece, geçmişte doğrudan sermaye birikimi mantığından uzak kalmış olan kamu hizmetlerine, sermayenin değerlenme alanları olarak işlev kazandırılmaktadır.

Kamu hizmetlerinin metalaştırılması konusunun anlaşılabilmesi için öncelikle, kamu hizmetlerinin görülüş yöntemleri üzerinde kısaca durmak yararlı olacaktır. Günümüz Türkiye’sinde geçerli olan yasal mevzuata göre, kamu hizmetlerinin dört ana yöntemle görülebileceğini söylemek olanaklıdır. Bunlar, (1) hizmetin devlet eliyle görülüp, bütçeden finanse edilmesi, (2) hizmetin devlet eliyle görülüp, fiyatlandırma ile finanse edilmesi, (3) hizmetin özel kişiler eliyle görülüp, fiyatlandırma ile finanse edilmesi, (4) hizmetin özel kişiler eliyle görülüp, bütçeden/sosyal güvenlik fonlarından finanse edilmesi (hizmet satın alma yöntemi). Bu yöntemler arasında, hizmetin devlet eliyle görülmesi yöntemlerinde hizmet kâr amacı taşımazken, hizmetin özel kişi eliyle görülmesi durumunda kâr amacı güdülmektedir. Diğer yandan, finansman yöntemi olarak fiyatlandırmanın seçilmesi durumunda hizmetten yararlananlar tıpkı bir “müşteri” gibi hizmetin karşılığında belirli bir bedel ödemek zorunda bırakılırken, hizmetin bütçeden ya da sosyal güvenlik fonları gibi kamusal fonlardan finanse edilmesi durumunda hizmetten yararlananların hizmetin finansmanına katkısı vergi ya da sosyal güvenlik primi ödemek gibi “kamusal” dolayımlarla olmaktadır. Böylece, bu yöntemlerde, hizmetten yararlananların konumu hak sahibi “yurttaş” olarak belirlenmektedir.

Bu kısa açıklamadan sonra, kamu hizmetlerinin metalaşması konusuna gelinecek olunursa, metalaşma temelde iki ana yöntemle olmaktadır. İlk yöntem, kamu hizmeti statüsündeki hizmetlerin bu kapsamdan çıkartılarak piyasa faaliyeti statüsüne kavuşturulmasıdır. İkinci temel yöntem ise, “kamu hizmetlerinin özel kişilere gördürülmesi” yoludur. Neoliberal dönemde her iki metalaşma yolu da çeşitli hizmetler için sözkonusu edilebilmekle birlikte, son dönemde gerçekleştirilen yasal düzenlemelerde daha çok “kamu hizmetlerinin özel kişilere gördürülmesi” yöntemi tercih edilmektedir. Böylece, kamu hizmetleri kâr amaçlı faaliyetler haline getirilip, bu hizmetlerden yararlanma da bir yurttaşlık hakkı olmaktan çıkartılmakta, böylece yurttaşların ekonomik ve sosyal hakları kısıtlanmış olmaktadır. Sermayenin yeni yatırım alanları gereksinimi nedeniyle gündeme gelen bu düzenlemelerin, çalışan sınıfların kazanımlarının yok edilmesine yol açtığı açıktır.
Kamu hizmetlerinin metalaştırılması süreci, sermaye açısından, sosyal harcamaların kısılmasını, emek maliyetlerinin düşürülmesini ve böylece hem sermayenin vergi yükünün hafifletilmesini hem de kamusal fonların sosyal harcamalar yerine sermayenin kullanımına sunulmasını sağlayarak, sermayenin kârlılığının arttırılması anlamına gelmektedir. Özelleştirme süreci, diğer yandan, devletin, piyasaları düzenlemek ve toplumsal refah açısından önemli bazı mal ve hizmetlerin toplumun en geniş kesimlerince yararlanılabilecek şekilde üretilmesini sağlamak gibi işlevlerini ortadan kaldırmaktadır. Bu durum, sosyal politikalar uygulamak isteyen hükümetler açısından politika araçlarının ortadan kalkmasına yol açmaktadır. Sosyal devlet uygulamalarının tasfiyesi, gelir dağılımının bozulması, kamu hizmetlerinin işlemez duruma gelmesi, toplumun alt gelir gruplarının sosyal devlet şemsiyesinden yoksun kalması, işsizlik gibi toplumsal sorunlara yol açmaktadır.

İkinci Kuşak Yapısal Reformlar ve Demokratikleşme

Temel özellikleri bu şekilde ortaya çıkan İkinci Kuşak Yapısal Reformların meşrulaştırılmasında “demokratikleşme” retoriğinin son derece ön planda olduğu görülmektedir. Devletin ekonomiye müdahalelerinin azaltılmasının, devletin demokratikleşmesinin ve “sivil toplumun güçlendirilmesinin” temel koşulu olarak ortaya konması, neoliberal reformların “demokratikleşme” ile özdeşleştirilmesinde temel rolü oynamaktadır. Böylece, hem ekonomik sorunların kaynağı olarak sosyal devlet uygulamaları gösterilir ve sosyal devletin tasfiyesi doğrultusunda bir ideolojik ortam yaratılırken, hem de neoliberalizm ile demokrasi özdeşleştirilerek, neoliberalizme toplumsal meşruiyet kazandırılmaya çalışılmaktadır. Bu doğrultuda, “hukuk devleti”, “insan hakları”, “hesap verebilir yönetim anlayışı”, “şeffaflık”, “yolsuzlukların önlenmesi”, “katılımcılık”, “sivil topluma güç aktarımı”, “yerindenlik” gibi kimi demokratik özlemler neoliberal reformların doğal bir sonucu olarak sunulmaktadır. Böylece, ekonomik liberalizm ile siyasal liberalizm özdeşleştirilmekte, siyasal liberalizmi olanaklı kılan tek ekonomik modelin neoliberalizm olduğu ileri sürülmektedir.

Neoliberalizm günümüzde demokratikleşmenin en önemli biçimlerinden biri olarak “yönetişim” (governance) adı verilen mekanizmaları gündeme getirmektedir. Neoliberal yaklaşım, günümüzde, ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesi sürecinin siyasal iktidarın yetki alanından alınıp özerk kurulların yetkisine verilmesini meşrulaştırırken, üst kurullarda uygulamaya geçirilen “yönetişim” mekanizmasının “demokratik bir açılım oluşturduğu” savına dayanmaktadır. Buna göre, çeşitli toplumsal kesimleri temsil eden sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinin üst kurullarda temsil edilmesinin ve üst kurulların karar alma süreçlerinde ilgili sivil toplum örgütlerinin görüşlerine de başvurmasının, ekonomik karar alma süreçlerine toplumsal katılımı sağladığı ileri sürülmektedir. Oysa, üst kurullar, sivil toplum örgütleri kapsamına neredeyse yalnızca ilgili sektörlerde yatırım yapan şirketleri ve onların örgütlerini almaktadır. Dolayısıyla, “toplumsal uzlaşma” görüntüsü altında gerçekleştirilen düzenlemeler, sermaye politikalarına meşruiyet sağlama çabasından başka bir anlama gelmemektedir.

İkinci Kuşak Reformların “demokratikleşme” açısından meşrulaştırılmasında ikinci önemli argüman “yerelleşme” başlığı altında gündeme getirilmektedir. Bu çerçevede, hizmetlerin yerinden üretilmesinin yerel halka yakınlığı sağlaması, yerel katılımın arttırılarak yerel tercihlerin etkin kılınması, STK’ların katılımıyla oluşturulacak kent konseylerinin yerel demokrasiyi geliştirmesi (yönetişim), yerel yönetimler üzerindeki merkez vesayetinin azaltılarak “seçilmişler”in “atanmışlar” karşısında güçlendirilmesi gibi argümanlar ileri sürülmektedir. Böylece, yerelleşme ile demokratikleşme özdeşleştirilerek, yerelleşmenin demokratikleşmenin vazgeçilmez bir unsuru olduğu savunulmaktadır.

Buraya kadar gösterilmeye çalışıldığı üzere, günümüzde neoliberal demokrasi anlayışı, temelde merkezi devlet düzeyinde üst kurullarda “yönetişim” mekanizmasının, yerel düzeyde de “yerelleşme”nin demokratikleşmenin temel direkleri olduğunu ileri sürmektedir. Böylece, İkinci Kuşak Yapısal Reformların kurmaya giriştiği “düzenleyici devlet” modeline uygun bir demokrasi anlayışı geliştirilmeye çalışılmaktadır. Kanımızca, bu demokrasi anlayışının önemli sorunları bulunmaktadır.
İlk olarak, bu anlayış, merkezi devlet düzeyinde yetkileri siyasal iktidardan düzenleyici üst kurullara kaydırarak, toplumun büyük bölümünü oluşturan çalışan sınıfların siyasal karar alma süreçlerini etkileyebilme olanaklarını sınırlandırmayı amaçlamaktadır. Zaten, üst kurulların meşrulaştırılmasında bir yandan “teknokrasi” argümanına dayanılması, bir yandan da “yönetişim” mekanizmasının karar alma süreçlerine toplumsal katılımı sağlayacağının ileri sürülmesinde görülen açık çelişki de bu durumun açık göstergesi olmaktadır. Üst kurulların gündeme getirilmesinin “demokratikleşme” amacı ile bir ilgisi olmadığı, tam tersine asıl amacın siyasal karar alma süreçlerine toplumsal katılımı sınırlamak olduğu bilinmektedir. Genel oy ve serbest seçim mekanizmasıyla başa geçen ve seçmenlerine karşı siyasal sorumluluğu bulunan siyasal iktidarların yetkilerinin kısılıp, hiçbir siyasal sorumluluğu bulunmayan ve seçim gibi bir temsiliyete dayanmayıp tamamıyla atama ile oluşturulan üst kurulların yetkilendirilmesi, demokratikleşme amacıyla bütünüyle uyumsuzdur.

Seçilmiş siyasal iktidardan atanmış üst kurullara yetki devri, neoliberallerin yerel düzeyde ortaya attıkları “seçilmişleri atanmışlar karşısında güçlendirme” argümanı ile de açık bir çelişki taşımaktadır. Bilindiği üzere, merkezi yönetimin taşra teşkilatının bazı görev ve yetkilerinin yerel yönetimlere aktarılması bu argümanla savunulmaktadır. Oysa, merkezi düzeyde tam tersi bir uygulamaya gidilmektedir. Bu çelişki de, neoliberalizmin demokratikleşme savunusunu inandırıcılıktan uzaklaştırmaktadır.

Diğer yandan, yerelleşmeyle demokratikleşmenin “katılım” argümanı aracılığıyla özdeşleştirilmesi de bütünüyle sorunludur. Bilindiği üzere, yerelleşme ile demokratikleşmeyi özdeşleştiren yaklaşım, temelde, merkezi organlara gidildikçe “siyasal temsil”, yerel organlara gidildikçe de “siyasal katılım” mekanizmasının öne çıkacağı savına dayanarak, yerelleşmeyi temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş doğrultusunda çok önemli bir adım olarak sunmaktadır. Bu yaklaşım, yerel düzeydeki siyasal mekanizmaların da “siyasal katılım” değil, “siyasal temsil” yoluyla gerçekleştiği gerçeğini gözardı ettiği gibi, demokrasiyi yalnızca bir karar alma mekanizmasına indirgemiş de olmaktadır. Oysa, demokrasinin böylesi “biçimsel” boyutları bulunduğu gibi, “içeriğe ilişkin” bir boyutu da bulunmaktadır. Demokrasi, gerçekte, kamu politikalarının toplumsal taleplere ve toplumsal gereksinimlere uygun bir biçimde belirlenmesi ve uygulanması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, demokratikleşme tartışmasında, demokrasinin biçimsel koşulları kadar, devletin toplumsal gereksinimlere yanıt vermesinin sağlanıp sağlanmadığı konusu üzerinde de durulması zorunluluğu bulunmaktadır.
Kanımızca, demokrasiyi bu şekilde biçimsel bir mekanizmadan ibaret gören neoliberal yaklaşım, demokrasinin içeriğini boşaltan bir etki yapmaktadır. Oysa, gerçekte, demokrasi, herşeyden önce yurttaşlara sağlanan haklarla ilgili bir sorundur. Bir başka deyişle, bir demokrasinin gelişkinliğinden söz ederken, öncelikle yurttaşlara sağlanan hakların gelişkinliği üzerine değerlendirme yapma zorunluluğu bulunmaktadır. Özellikle de, devletin işlevlerini ve örgütlenme biçimini bütünüyle değiştirmeye yönelen bir kamu yönetimi reformunun demokratikleşme amacı açısından değerlendirilmesinin, yalnızca “biçimsel” mekanizmalara bakılarak yapılması, oldukça eksik bir değerlendirme olarak kalacaktır. Kamu reformunun demokratikleşme açısından değerlendirilmesinde, yurttaşlara sağlanan hakları nasıl etkilediği konusu, temel bir değerlendirme ölçütü olmak durumundadır. Kamu reformu üzerine yukarıda yapılan değerlendirmeler, reformun gerçekte bölüşüm ilişkilerinin sermaye lehine ve emek aleyhine değiştirilmesi, çalışan sınıfların kazanımlarının yok edilmesi ve sosyal hakların kısıtlanması anlamına geldiğini göstermişti. Dolayısıyla, demokrasi konusunda böylesi bir bakış açısından hareket edildiğinde, neoliberal yaklaşımın, kamu reformunun demokratikleşmeye etkileri konusundaki iyimserliğini paylaşmak mümkün görünmemektedir.

Kanımızca, neoliberalizmin demokrasi anlayışında köklü sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunların önemli bir kaynağı “ekonomik liberalizm” ile “siyasal liberalizm”in özdeşleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa, kapitalizmin tarihi, ekonomik liberalizmle siyasal liberalizmin özdeşliğini değil, tam tersine siyasal liberalizme en çok yaklaşılan dönemlerin ekonomik liberalizmden en çok uzaklaşılan dönemler olduğunu göstermektedir. Bilindiği üzere, günümüzde liberal demokrasinin en temel özellikleri arasında sayılan genel ve eşit oy hakkına dayalı seçim, yurttaşlık haklarının genelleşip nüfusun tamamına tanınması gibi özellikler, daha çok “sosyal devlet”in kurumsallaşmaya başlaması ile paralel olarak ortaya çıkıp yerleşiklik kazanmıştır. Bir başka deyişle, siyasal liberalizm ekonomik liberalizm üzerinde değil, sosyal devlet zemini üzerinde yükselmiştir. Bu da şaşırtıcı olmamalıdır. Kapitalizmde ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkiler bunu kaçınılmaz kılmaktadır. Temelde eşitsizliklere dayalı bir egemenlik ilişkisi olan kapitalizmde, toplumun büyük bölümünü oluşturan çalışan sınıfların rejime desteğinin sağlanması ve liberal demokrasinin istikrarlı bir biçimde yaşayabilmesi ancak geniş bir sosyal devlet şemsiyesinin oluşturulması ile mümkün olabilmiştir. Oysa, günümüzde uygulamaya geçirilen kamu reformu, sosyal devlet uygulamalarını bütünüyle tasfiye etmek üzere kurgulanmış bulunmaktadır. Bir başka deyişle, yurttaşlara sağlanan ekonomik ve sosyal hakların tasfiyesini gündeme getiren kamu reformu, temelde, yurttaşlık haklarının ve demokrasinin gerilemesine yol açmaktadır.

Neoliberalizm, günümüzde, sosyal devletin yarattığı siyasal kültür ve demokrasi anlayışını radikal bir biçimde yok etmeye çalışmaktadır. Neoliberalizm, toplumsal kaynakların bölüşümünün siyasal süreçlerin temel omurgasını oluşturduğu; siyasal mücadelelerin, devletin hangi görevleri yerine getireceği, kullandığı kaynakların hangi toplumsal kesimlere aktarılacağı, kamu kaynakların hangi hizmetlerin yerine getirilmesinde kullanılacağı gibi sorunlar etrafında döndüğü “çoğulcu demokrasi” anlayışını ortadan kaldırarak, bütün partilerin tektipleştirildiği, seçmenlerin ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesi sürecinden dışlandığı, bütün kararların teknokratik mekanizmalarla belirlendiği bir “demokrasi” anlayışını uygulamaya geçirmeye çalışmaktadır. Günümüzde, Türkiye’de uygulamaya geçirilmeye çalışılan kamu yönetimi reformu, yukarıda açıklanan özellikleriyle, bu sürecin oldukça ileri bir aşamasını temsil etmektedir.

Hiç yorum yok: